On üç yaşındaydım.
Annem direnmek için yeterince güçlü olmadığını söyledikten bir hafta sonra çok uzaklara gittiğinde on üç yaşında, toy kalbinde kocaman ağırlıklar taşıyan bir çocuktum. O zamanlar nereye gittiğini bilmemek çok zordu. Hâlâ zor, çünkü şimdilerde bile nereye gittiğini bilmiyorum.
Annemin günden güne eriyip sonra güneşin altına düşen bir kar tanesi gibi yok olmasına neden olan şeyi hiç öğrenemedim. Sağlıklı olduğunu hatırlıyorum ; güzel yemekler yaptığını, bazen beni azarladığını, fakat işin sonunda hep başımı okşayıp gülümsediğini... Topladığım dal parçalarını yontmak için evdeki tek bıçağı gizlice aldığımda her daim suçüstü yakalanmayı başarırdım, sonrasını annemden yediğim sağlam bir azar takip ederdi. Eğer bir yerlerimi kesmişsem kafama fiske de yerdim üstelik. Yine de o bıçağı aşırmaya devam ederdim, yediğim hiçbir fiske durduramamıştı beni. Biliyorsunuz ; çocuklar korkaktır ve aynı zamanda dünyanın en korkusuzları da onlardır.
Zamanla güçten düşmüştü annem. Sırf beni azarlasın, her şey eski hâline dönsün diye daha sık yaramazlık yapar olmuştum fakat değil bana öfkelenmek, bazen konuşacak takati bile bulamıyordu. Artık benimle oyunlar da oynayamıyordu mesela, güç bela yiyecek bir şeyler hazırlıyor, bütün günü yerdeki yatakta uzanıp boşluğu izleyerek geçiriyordu. O boşlukta neler gördüğünü hep merak etmiştim.
Yatağının başında oturup elini sımsıkı tuttuğum ve biraz daha direnmesini, sonrasında mutlaka iyileşeceğini söylediğim - daha çok sayıkladığım - anların birinde kurumuş dudaklarının arasından Jisung, diye fısıldamıştı. Direnmek için yeterince güçlü değilim. Öyle hâlsizdi ki, eğer bütün dikkatimi verip yakalayamasaydım fısıltısı hiçliğe karışıp gidecekti.
Önce zayıfladı, o kadar çok zayıfladı ki pencereden giren hafif esintiler bile alt edebilirdi onu. Sonra güçsüzleşti, güçsüzleşti, güçsüzleşti, ta ki elini bile kaldıramayana kadar. Ve bir gün uyandığımda artık nefes almıyordu. Yüzünde tanımlayamadığım, huzur ve ızdırap arasında sıkışıp kalmış bir ifade vardı. Sanki bambaşka biriydi yatakta yatan. Saçları her zamanki gibi örgülü değil dağınıktı, hırçın bir denizin dalgaları gibi omuzlarındaki kıyılara vurmuştu bütün telleri. Göz altlarında mor halkalar doğmuştu, gözleri iyice yuvalarına çekilmiş, dudakları kurumuş, yanakları yüzüne gömülmüştü. Bedeni bir söğüt yaprağı kadar inceydi ve artık bu dünyaya ait olamayacak kadar solgundu. Dumura uğradığımdandı belki lâkin annem o bedenin içinden çıkıp gitmiş ve geride bir yabancı bırakmış gibi hissediyordum. Öylesine değişmişti, öylesine kıyısına gelmişti yok olmanın.
O zamansız ve amansız hastalık annemi alıp götürdükten birkaç mevsim sonra babamı kaybettiğimde ayın on üçüydü. Cehennemi andıran bir ağustos ayının on üçüncü günü tıpkı annem gibi sessiz sedasız çekip gitti. İkisinin de hayata ettikleri veda varla yok arasıydı, oysa silik bir veda giderek büyüyen bir boşluk demek.
Babamın artık atmayan kalbine yasladığım başımı kaldırdığımda annemin yüzündeki ifadenin aynısını görmüştüm. Muğlaktı, ama vardı. Yine de, o garip ifade bütün varlığıyla onların çehresine işlenmesine rağmen, ölürken huzurlu mu yoksa çaresiz mi olduklarını hiçbir zaman anlayamadım.
On üçlerle aram iyi değildi.
Fransa'ya yeni geldiğimde aşağılık bir tüccara biriktirdiğim paranın on üç bin frangını kaptırıp rezil bir şekilde dolandırıldığımı da hatırlayınca buna hepten inanıyordum. Belki de insanlar on üç sayısını uğursuz ilan etmekte haklıydı. Koca bir lanet sinmişti üstüne, talihsiz olayların anasıydı sanki. Hayatımın bütün çirkin tecrübeleri bir şekilde bu sayıyla birlik olmayı başarmıştı. Bu bir çeşit lanet mi yoksa berbat bir tesadüfler silsilesi miydi emin değildim. Tek bildiğim iki ihtimalin de sonunun aynı acılara çıktığı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
deli oğlanın türküsü, minsung
Fanfictionçok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna değişmek