Tamamıyla mutsuz olmanın mümkün olmadığı bir yerden bahsediliyordu. Vadideki Zambak romanında yani. Gerçek hayatta öyle bir yer yoktur zaten ; göz pınarlarınız karıncalanır, dünya buğulanır, boğazınıza çocukken oynadığımız oyunda üst üste dizdiğimiz taşlar gibi yumrular dizilir ve bedeniniz sarsılarak ağlayıp isyan ederken pekâlâ tamamıyla mutsuz hissedebilirsiniz. Üstelik bulunduğunuz yerin ve zamanın hiçbir önemi yoktur. Herhangi bir kapının önünde, bir duvar köşesinde, yüzlerce kişilik bir davette, akşam yemeğinizi yerken, sabah uyanır uyanmaz, gece uyumadan önce, şafak sökmeye yakın gökyüzünü izlerken, ya da bir kaldırım köşesinde. Hepsi önemsiz, duygularınızın kuklasına dönüştüğünüzde zaman ve mekân anlamını yitirir. Mutsuzluk ve onun muhtemel getirisi olan gözyaşları için önemli olan ruhunuzun konumu ve kalbinizin saatidir.
Mümkün olsaydı bunları Balzac'a da söyleyebilirdim. Bakınız, karakterleriniz pek de gerçekçi olmayan cümleler kuruyor, diyebilirdim. O da bana satırların arasına düş dokunmadıkça roman yazmanın ne anlamı kalır diye sorardı ve benim hayatımın birçok ânında olduğu gibi verecek bir cevabım olmazdı. Ya da öyle bir yerin olduğunu ancak keşfedemediğimi söylerdi, ben onu yine cevapsız bırakırdım. Başlattığım bu başkaldırının yenilgisiyle omuzlarım çökerken bilgelik dolu bir bakış atardı bana, sonra o yeri keşfetmenin mutluluğunu yaşayan karakterleriyle arkasını dönüp yazdığı satırların arasına karışırdı. Ben öylece, yenilmişliğimin bütün utancıyla kalakalırdım.
Fakat mümkün değil. Bu konuşmayı yapmak için tam kırk üç yıl geç kaldım. Balzac sonsuza dek satırlarının arasında kalmak üzere kırk üç yıl önce çekip gitti, bana da sırtımda hiç gerçekleşmemiş bir konuşmanın kırk üç yıllık ağırlığını taşımak kaldı.
Yine de, tamamıyla mutsuz hissetmenin mümkün olduğunu düşününce buhranlarımın zamansız gelişi anlam buluyor. Ya da ben anlam bulduğunu zannediyorum. Muhtemeldir ki zannediyorum. Hem, zannetmenin ötesine geçtiğim görülmemiştir kendim tarafından. Daima bir şeylerin gerçek mi yoksa benim zihnimin ürünü mü olduğunu düşünüyor ve elle tutulur bir yanıt bulamıyorum. Belki soru işaretlerimin yeterince ağırlaştığı gün içinden cevaplarım dökülür ve bütün bu tereddüt sona erer. Belki de öyle bir şey olmaz. Fakat bu mide bulandıran ihtimali elimin tersiyle itmek ve o günün geleceğini zannetmek istiyorum. Çünkü gerçekçi olan yokuşa tırmanmaktansa bir şeyleri zannetmenin düz yolunda yürümek her zaman daha katlanılabilir.
"Değil mi Soleil?"
Parlayan gözlerini bana çevirdi, uzunca baktı. Bunu bir onaylama varsaydım başını yavaşça okşarken. Eğilip burnunun üzerini öptüm. "Bence de. Tek ihtiyacım olan zaman."
"Bir gün gerçekten Soleil ile konuşabildiğini düşüneceğim," dedi Jeongin. Elindeki kuklanın üzerinde gezdiriyordu parmaklarını ağır ağır, böylece detayları hissedebiliyordu. Avuçlarındaki cilalı ahşabın pürüzsüzlüğünü, kuklanın girintilerini ve çıkıntılarını, üzerindeki boyanın dokusunu, küçük deliklerinden geçirilmiş ipleri parmak uçlarında hissetmek sevimli yüzüne buruk bir neşenin tebessümünü giydirmişti. Jeongin dokunduğu varlıkları elleriyle gördüğü zamanlarda hep bu kırılmış ancak yeniden birleştirilmiş bir vazoyu andıran tebessümü kuşanırdı, ben de o vazonun paramparça hâlini andıran vaziyetimle izlerdim onu öylece. Parmak uçlarını usulca elindeki şeyin hatlarında gezdirişine bakar, on sekiz yaşındaki baygın Jeongin'i hatırlar ve geçmişe dönüp o kazanın yaşandığı anda sıkışıp kalmış da kurtulmaya çalışıyormuş gibi bulanık bir titremeye kapılırdım.
"Bence beni anlıyor," diye konuştum neşeli çıkarmaya çalıştığım bir sesle.
Dişlerini göstererek güldü. "Eminim anlıyordur."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
deli oğlanın türküsü, minsung
Fanfictionçok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna değişmek