Ağlamak.
Kirpik diplerinde yangınlarla ağlamak.
Sesin boğazındaki ete yabancılaşırken ağlamak.
İlkel, acınası bir esriklik hâliyle boşluğa bakana dek ağlamak.
Bilmediğin, varlığından dahi emin olmadığın şeylerin özlemiyle ağlamak. Ve bildiğin, varlığı en az kemiklerindeki ilik kadar içine tıka basa dolmuş, yanı başında olmasına karşın çok uzakta olduğunu hissettiğin şeylerin özlemiyle ağlamak. Ve de zihninde yaşamayı sürdüren şeylerin özlemiyle ağlamak. Geçmişin kucağında uyuyan şeylerin. Artık istesen de istemesen de ulaşamayacağın şeylerin. Bir parçasını sende bırakıp öylece giden şeylerin. Yok olmuş gibi görünen fakat hep var olacak olan şeylerin.
Jeongyeon gibi; burnunu kuvvetle çekerek, avcunu titreyen ağzına siper ederek, yüzünde acılı bir pembelik kol gezene dek ağlamak.
"Ağlama artık."
Burnunu yeniden çekti. "Ağlamıyorum."
Elbette ağlıyordu. Tıpkı her insan gibi içten içe bunu reddetmek istiyor, yine de ağlıyordu, hem de bunu en iyi bilen kişinin kendisi olduğunun bilinciyle. Durup düşününce, sanırım hiçbirimiz bu eyleme karşı çizdiğimiz sınırın nedenini bilmiyorduk. Oysa ağlamanın, doğduğumuz andan beri yaşadığımızın işareti olduğunu söylüyor Charlotte Brontë. Hayatta olduğumuzun, nefes aldığımızın, hissettiğimizin habercisi olan bir güvercin gibi. Bize el uzatan ilk eylem. Neden ona düşmanız ki?
"Ağlıyorsun."
Hâlâ elinde tuttuğu gazeteyi hışımla katladı. "Of, ağlamıyoruz dedik ya."
Aslında bütün bu ağlayışın sorumlusu Seungmin'di ancak henüz bundan haberi olduğunu zannetmiyordum. Bugün her zaman yaptığım gibi Seungmin'in tefrikasının yayımlandığı gazeteyi almıştım, hikâyesinin son bölümüydü yayımlanan. Hakkını vermeliyim ki epey dokunaklı bir hikâyeydi, Seungmin hep dokunaklı şeyler yazar zaten. Kederli bitmiyordu; çetrefilli, kalp kıran, çalkantılı, zaman zaman burukça gülümseten bölümlerin buluştuğu son durak mutlu ve güzel bir sondu. Dedim ya, Changbin hayatına girdiğinden beri kötü sonlara veda etmişti Seungmin. Buna rağmen Jeongyeon dakikalardır ağlıyordu. Hem de şiddetle. Onu böyle görmek hayret vericiydi çünkü Jeongyeon ağlamazdı. Yani bu şekilde ağlamazdı. Kimi zaman kalbine dokunan bir şey gördüğünde yahut okuduğunda gözleri dolardı. Ya da minik bir yaş düşerdi gözünden ve onu da henüz yolun yarısında siliverirdi. Bu sefer GERÇEKTEN ağlıyordu. O an karşısında durmuş sakinleşmesini beklerken okuduğu hikâyenin ağlayışının tek nedeni olup olmadığını merak ettim.
"İyi misin?" diye sordum elimdeki su dolu bardağı ona uzatırken.
Bardağı alıp sudan kocaman bir yudum aldı. "İyiyim. Ne güzel yazmış, değil mi?"
"Evet, çok güzel yazmış. Ama kendini bu denli hırpalamanın gereği var mıydı?"
Bardağı yarılayıp masaya indirdikten sonra sertçe gözlerini sildi. "Çok duygulandım ne yapayım."
"Kötü bir son değildi, neden ağladın ki?"
"Mutluluktan."
Mutluluktan ağlamak. Ne tuhaf. Yürekle bedenin yaptığı mantıksız bir anlaşma gibi geliyor kulağa.
"Domates gibi oldun."
Bir darbe yiyeceğimi çoktan tahmin etmiştim ama yine de rulo yaptığı gazeteyi kafama vurunca acılı bir nida atmaktan alıkoyamadım kendimi. Küçükken de güçlüydü böyle. Ne zaman öfkesini uyandırsam ağzımın payını elinin ağırlığıyla verirdi. Yine de canımı acıtmaktan hep korkmuştu, sevimli bir tehdit dolu zararsız dokunuşlardan öteye geçmiyordu yumrukları. Acılı inleyişimin sahteliği de bundandı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
deli oğlanın türküsü, minsung
Fanfictionçok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna değişmek