Yarınlar hep güzel olacak denir. Oysa bugünler, dünün yarınları değil midir?
Victor Hugo bunu en umutsuz anlarından birinde söylemiş olmalı. Güneşin bir daha hiç doğmayacağı hissinin sinsi bir zehir gibi derisinin altına yayıldığı, sonra yarınlara uzanan bütün yolların karanlık ormanlara çıktığına inandığı umutsuz anların birinde. Bu varsayım mantıksız gelmiyordu, neticede geçip giden günler çirkinliğinden hiçbir şey kaybetmezse sonunda kaybolan şey o günlere dair yarattığınız beklentiler olur.
Muhtemelen benliği kulağına bekledin de ne oldu diye fısıldamıştır, gökkuşağına rastlamayı bekledin de hâlâ gri bulutlarla boğuşmuyor musun sanki?
Bu sözlerden sonra durup düşününce kendini zihnindeki karanlık sorgu odalarından birine alıyor insan. Sonra sorguluyor ; kendini, yaşamını, beslediği umudu, o umudun yersiz olup olmadığını... Pişmanlık duyar gibi oluyor. Şimdiye kadar kurduğu bütün düşler ulaşılmaz gibi geliyor bir an için. Çabası anlamsız, bekleyişi karşılıksız oluveriyor gözünde. Duruyor, düşünüyor, anladığını zannediyor, acıyor, yanılıyor, acımaya devam ediyor, düşünmeyi bırakıyor, sırf içini sızlattığı için geçmişini sorgulamayı ve geleceğini kurmayı da bıraktığı gibi, sadece acıyor, sonra tek bir soru kalıyor geriye : Yoksa beklediğim aydınlık geleceğe, mutlu yarınlara dair kurduğum düşler, hepsi hayata biraz daha sabretmek için zihnimin bedenime ödediği bir rüşvet mi?
Mesele şu ki ektiğiniz tohumu sulamadan yeşermesini bekleyemezsiniz ve her şeyden önce o tohumu ekecek yüreğinizin olması gerekir. Sabırla sulayıp yeşermesini beklemek gayret ister çünkü. O güç nereden bulunur bilmiyorum ama. İçimizde mi saklı? Onu biz mi yaratırız? Yoksa evrende saklandığı yeri bulmamız mı gerekir?
Nasıl olduğunu bilmesem de, bazen bu üç sorunun yalnız bir cevapta buluştuğunu düşünüyorum. Onu, umudumuzu hayatta tutacak olan o gücü içimizde yaratıyor, sonra evrenin bir köşesine saklıyor, ardından yeniden ona kavuşma arzusuyla sakladığımız yeri hatırlamaya çalışıyor ve bulduğumuzda kalp karıncalandıran bir tanıdıklık hissiyle o esrarengiz huzura eriyoruz. Uzun bir yolculuğun ardından eve varmak gibi.
Son zamanlarda önümde uzanan yarınlara dair umut besleyecek gücü bulabilmeyi diliyorum. Her şeyden çok buna ihtiyacım olduğunu kabullenmeyi başardım sonunda. Eğer ilerlemeye devam edersem çok güzel bir şeye ulaşacağımı biliyormuşum ancak ilerleyecek güce ve cesarete sahip değilmişim gibi bir hisle kuşatılmıştım bunca zaman. Fakat son günlerde çaresizliğin kasveti yerini umudun güneşine bırakıyor usul usul. Hâlâ yorgun ve kayıp hissettiğim anlar olsa da bulmam gereken bir şeyin var olduğuna inanıyorum artık, yarınların benim için sakladığı şeye ulaşmak adına çabalıyorum.
"Merhaba Chan."
"Jisung!"
Şaşkınlıkla karışık neşeli bir gülüşle karşıladı beni. Sanırım her gün özenle sulayıp yapraklarını parmak uçlarıyla sevdiği ve kimi zaman uzun uzun konuştuğu çiçeklerin dört bir yanı kuşattığı dükkânına daha sık uğramalıydım.
Burası güzeldi. Bazen buraya geldiğimde kızgın bir çölde vaha bulmuş gibi hissederdim. Her yer mis gibi kokuyor, ben kapıdan adımımı atar atmaz onlarca renk siyah beyaz hayatıma kucak açıyordu sanki. Raflar ve girişin solundaki geniş ahşap masa çiçek saksılarıyla ve buketlerle doluydu, küçük küçük güzellikler size göz kırpıp hayatın telaşından uzaklaşarak burada biraz dinlenebileceğinizi söylüyor ve sizi gülümseyerek içeri buyur ediyor gibiydi. Büyük masanın gerisinde Chan'ın çoğu zaman ya kitap okuduğu ya çiçekleriyle uğraştığı ya da hep yanında taşıdığı deftere irili ufaklı çizimler yaptığı küçük bir masa daha vardı, yanında her zaman fazladan tabure bulundurur ve sizi her zaman ışıl ışıl bir gülüşle karşılardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
deli oğlanın türküsü, minsung
Fanfictionçok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna değişmek