kalp ağır bir yüktür

133 17 87
                                    

"Şartlar bu şekilde Bay Han."

Lucien'i duydum. Ama dinlemedim. Ağzından dökülenleri algıladım. Ama aslında hiçbir şey anlamadım. Tamam demek istedim, başımı bile sallayamadım. Ona baktım. Ama görmedim. Kahve kokusunun her yana sindiği, insanların sohbetlerinin birbirine karıştığı bu kalabalık, havasız yerdeki her şeyin farkındaydım oysa. Yine de cevaplarım ağzımdan dökülemeden buharlaşıp hiçliğe karışıyordu. Düşüncelerimi bu duvarların arasında tutamamıştım bir türlü, kaçıp gidiyorlardı, hem de bana sormadan.

Odaklanamayışımın bütün nedeni oydu. Lucien'in üzerinde kalamayıp camdan dışarı çevrilen bakışlarımın, durmadan koşan kalbimin, göğsümden taşıp her yanıma yayılan karıncaların, buradan çıkıp gitme isteğimin nedeni de oydu. Hepsinin nedeni oturduğumuz mekânın en fazla birkaç metre ilerisinde durmuş çörek satan Minho'ydu. Oturduğumuz pencere kenarındaki masadan görebiliyordum onu. Hava rüzgârlı olduğu için turuncu atkısı her zamankinden biraz daha sıkı bağlıydı boynuna, büyük bir dikkatle elindeki kitabı okurken arada sırada etrafına bakınıp sonra yeniden kitabına dönüyordu. Birisi çörek almak için yaklaştığında aceleyle elindeki kitabı bırakıyor, gülümseyerek kese kağıtlarından birine uzanıyordu. Kitabını okurken sakin bir yağmur gibiydi, çörek satarken ise parlayan bir güneş oluyordu. Bütün bu anlarda onun saçları rüzgâra yenik düşüp uçuştu, ben ona yenik düşüp bakışlarımı çekemedim üzerinden.

"Bay Han?"

İrkildim, camın ardındaki dünyadan sıyrılıp mekânın boğucu havasına dönünce her zamankinden daha kayıp hissettim kendimi. İnsanların yüksek perdeden konuşmaları, gülüşmeler, üst üste verilen siparişler, birbirine karışıp kuru bir gürültüye evrilen kelimeler ve çatal bıçak sesleri el ele verip beni tüketiyor derdim bu hissi anlatmam gerekseydi eğer. Bulunduğun yere sığamamak, amansızca dışarı taşmak istemek ne zor şey... En çok da böyle zamanlarda. Bir şey yapamadığın zamanlar, göğüs kafesin sana dar gelse de kaçıp gidemediğin zamanlar, üstüne basılmış da ölmemiş karıncalar gibi olduğun yere çakılı kalarak can çekiştiğin zamanlar.

Her şey boğucuydu. Her yer gürültülü. Her söz anlamsız, her yüz boş. Burada durmak dahi sahici bir işkence. Çıkıp gitmek istiyordum yalnız. Koşarak buradan uzaklaşmak ve bir sonraki nefesimi Minho'nun altında kitap okuduğu ağacın yanında almak istiyordum. Sonra neden koştuğumu, neden nefes nefese kaldığımı sorsun istiyordum bana. Ben de ona nedeni sensin diyebileyim istiyordum. Bana neler yaptığını bilmiyorum ama böyle yanında bitiyorum işte her seferinde. Az önce oturduğum yerde büyüyüp kocaman oldum ben sığamadım koskoca duvarların arasına, ancak bu ağacın altında yer var bana deyip koşa koşa yanına geldim.

Yapmak istediğim çıkıp ona koşmakken oturduğum sandalyeye çivili kaldım, Minho'ya söylenmek için çırpınan yığınla sözüm varken Lucien'e, "Dinliyorum," dedim.

Hâlbuki dinlenecek bir şey yoktu çünkü ben zihnimdeki kahverengi okyanuslarda kaybolmuşken konuşmasını çoktan bitirmişti. Rezillik, dedi kafamdaki Jisung. Ona sessizce, kimselere belli etmeden, kendimden bile saklanmaya çalışarak hak verdim.

Boğazımı temizleyip oturduğum yerde hafifçe dikleşirken konuşmasının duyduğum kısmını birkaç saniye içinde ölçüp biçtim kafamda, birkaç saniye içinde ne kadar ölçüp biçilebilirse o kadar. "Şartlarda bir sorun göremiyorum."

Kahvesinden bir yudum alıp ellerini masanın üzerinde birleştirdi. "Pekâlâ. Teslimatı yetiştirme konusunda size güveniyorum."

Başımla onaylayarak karşılık verdim, bunun altında keşke ben de kendime güvenebilseydim cümlesi yatıyordu. Söylemedim tabii. Sustum, asıl söylemek istediğim dışında ne varsa söyleyebileceğimi düşündüm, boğazıma dizilen bütün gerçekleri yuttum, boğazım yandı, göğüs kafesim acıdı. Acıdı çünkü dopdoluydu artık dışarı çıkmasına izin vermediklerimle. Buna rağmen yeni suskunluklar ekledim yüküne, ve ne zaman hislerimi korkusuzca dökebilecek kadar cesur ve dürüst olabileceğimi düşündüm.

deli oğlanın türküsü, minsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin