hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya

167 18 111
                                    

Yaşamak bu mu?

Yıpranmış elimde sıkı sıkıya tuttuğum kuklayı zımparalarken bu soru dönüp durdu kafamın içinde. Ara sıra gelir, beni darmaduman eder, sonra avuçları bomboş biçare hâliyle dönüp giderdi.

Bu mu derdim yaşamak. Geceleri çalışma masasının başında oturup gaz lambasının cılız ışığında tahta yontmak mı? Eklemlerimin kucakladığı kesiklere, tenimden eksilmeyen yaralara rağmen kukla yapmak mı? Bedenimdeki ağrıları da sızıları da umursamayacak kadar bu işi sevmek mi? Cila kokusu, parmak uçlarıma bulaşan renkli boyalar, yığınla talaş, akşamüstleri içtiğim bitki çayları, geceleri yaptığım acı kahveler, penceremden yıldızları izlemek, bazen hayattan yorgun düşüp küçük bir çocuk oluverdiğimde sahiplerine hiç ulaşmayacak mektuplar yazmak, uzun yürüyüşler, sonu gelmeyen düşüşler, ağlatan ya da gülümseten ve bazen ikisini de aynı saniyelere denk getiren düşler, saatler boyu okumak, dakikalarca düşünmek, çizmek, düşlemek, umut etmek, izlemek ve arzulamak, hayal etmek ve hayal kırıklığına uğramak, sevmek, kaybetmek, unutmak, hatırlamak, unutamamak, acımak, yaralanmak, iyileşmek mi? Bundan daha azı olamaz. Daha fazlası olduğu kesin. Çok daha fazlası. Yaşamak, bundan binlerce fiil ve binlerce duygu fazlası olsa gerek. Hepsini yapacak kadar, bütün o duyguları tadacak kadar yaşayıp yaşamayacağımı bilmiyorum. Aslında ben, yaşayıp yaşamadığımdan bile emin değilim.

Fakat yüreğimin söyledikleri arasında ayırt edebildiğim şeyler vardı. Mesela kursağımda üst üste dizilmiş ukdelerle ölmek, yapabilecekken yapamadıklarımın pişmanlıklarıyla hayatımı tüketmek, düşlerimin yalnız birer düş olarak kalmasını değil ; denemek, başarıp başaramayacağımı görmek, bilmek, öğrenmek, içimde uçmak isteyen ne varsa özgür bırakmak istiyordum. Yaşamak, yaşamaya cesaret etmek, geriye dönüp baktığımda kalbimi doldurup göğe sığdıramayan şeyler hatırlamak istiyordum. Yaşadığımdan emin olmak istiyordum.

"Sapere aude."

Jeongyeon yapmakta olduğum kuklalardan biri için diktiği elbiseden, ben zımparaladığım kukladan aynı anda başımızı kaldırıp soran gözlerle Seungmin'e baktık. Yalnızca yazdığı zamanlarda taktığı gözlük burnundan biraz kayıp düşmüş, kahve saçları yazarken sürekli oynayıp karıştırdığı için dağılmıştı. Beğenmediği her paragrafta gömleğinin kollarını biraz daha yukarı sıvayıp uzun uzun düşünüyor, sonra oflayıp başını ritmik hareketlerle masaya vuruyordu. Jeongyeon odağını yaptığı işten ayırmadan yapma budala olacaksın dediği anda duruyor, bir anda kalkıp yeniden yazmaya başlıyordu.

Yazarken böyleydi Seungmin ; huysuzdu, bazen umutsuzdu, bazen bıkkın, bazen kıpır kıpır, bazen keyifli, çoğu zaman durgun, ama her hâliyle sevimli.

Gözleri ikimiz arasında gidip geldi, gözlüğünü şöyle bir düzeltip konuştu.

"Bilmeye cesaret et. Horatius'tan."

Karşılık vermeden başımızı yavaşça sallayarak Horatius'u takdir ettiğimizi görünce sessizliğimize karşı omuzları düştü, gözlerini devirip ofladı sertçe.

Jeongyeon bana dönüp, "Bir şey söylememiz mi gerekiyordu?" diye sordu. Bilmiyorum dercesine omuz silktim. Ben pek çok şeyi bilmezdim.

"Sizce," dedi Seungmin kalemini elinde yavaş yavaş çevirirken. Yazılarını hep elle yazardı, evi defterden ve kağıttan geçilmezdi bu yüzden. Ve ağrılar olurdu bileğinde kimi zaman. Buna rağmen daktilo yerine hep kalemini tercih etti. Nedenini sorduğumda kelimelerinin kaleminden kağıdına akmasını sevdiğini, o hissi terk etmek istemediğini söylüyor. "Bu alıntıyı hikâyemde kullanmalı mıyım?"

"Neden olmasın ki?" dedim. "Doğru bir telkin bence."

"Bence de."

Jeongyeon'un da onayını alınca gülümseyip yanında durmuş onu izleyen kediye döndü. "Sence?" diye sordu küçük kafasını öpmeden hemen önce. "Kullanayım mı?"

deli oğlanın türküsü, minsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin