Son dersin de bitiş saatini haber veren zil ölüyormuşum gibi hissettirdi. Lanet olsun, alış veriş! Hem de Kristine ile birlikte.
"Ben arabamı eve bırakayım, sen de peşimden gel. İki arabayla gitmeyelim o kadar yolu. Benzinden tasarruf edelim ki güzel çamaşırlar alabilelim." Şimdiden hayal kurmaya başlamıştı bile.
Dediğini yapıp onu takip etmeye başladım. Arabama bindiği an -her zamanki gibi- radyoya saldırdı. Kanalları gezerken anormal derecede gürültü kirliliği yapan bir şarkıda durdu. Birazdan beynim patlamazsa ölümsüz olacağım demekten alamadım kendimi.
Şehre indiğimizde kendimi arabadan dışarı attım. Kulaklarım uğulduyordu ve bu durumdan nefret ediyordum. Ne zaman kulaklarım uğuldasa başıma bir şey geliyordu.
Bunun için kendi kendime bir teori bile geliştirmiştim. Eğer uğultu sağ kulağımdan hafifçe bir rüzgar uğultusu gibi geliyorsa ev ortamında bir kargaşa çıkıyordu. Ya annem ufak bir sebepten babamla tartışıyordu ya da babam ve amcam mantıksız bir konudan dolayı birbirlerine giriyorlardı.
Uğultu sol kulağımda başlıyorsa okulda yumruk yumruğa birbirlerine giren öğrenciler oluyordu.
İki taraftan başlayan uğultularda ise yan komşumuz Bayan Wulfrick bahçesinde giren bir çocuğu kovalıyor olurdu. Kulağa oldukça mantıksız da gelse gerçek buydu. Bu sırrımı bir kişi hariç kimseyle paylaşmamıştım. Elizabeth. Doğduğumdan beri yanımda olan, benden yaklaşık yirmi yaş büyük ve hiç evlenmemiş bir kadındı. Maddi konularda sıkıntımız olmasına rağmen bakıcımdı. Annem evde olmadığı zamanlarda yanımda olan hep o oluyordu. Belki de benim için annemle aynı kefeye bile koyulabilirdi. Ufacık boyuyla onu kendime benzetiyordum. onunla her şeyi konuşabiliyordum. George'tan tut, uğultularıma kadar. Bana asla bir deliymişim gibi davranmıyordu. Ayrıca eminim ki bunları anneme anlatsam çok değil en fazla yarım saat içinde kendimi bir psikologta bulurdum. Annemin bana değer verdiğini biliyordum ama o mantıklı bir kadındı. Ve özetle benim yaşadıklarımın mantık çerçevesinde yeri yoktu.
Elizabeth'e uğultuları anlattığım zaman sıcacık bir anne edasıyla bana sarılmış ve bu dünyada özel insanların yaşadığını ve benim de onlardan biri olduğumu söylemişti. Onun olayı buydu işte; kendini özel hissettirmek.
Kulaklarımdaki uğultu iyice artmıştı. Daha öncekilerin hiç birine benzemiyordu. İki kulağıma birden girmiş, dişlerimin uyuşmasına sebep olmuştu.
***
Kristine ile olan alış verişimiz o kadar sıkıcıydı ki artık elime gelen ilk elbiseyi almayı düşündüm. Ama ortada Kristine olduğu için bu pek de mümkün gibi görünmüyordu. En az on mağaza gezip yüz elbise denememe rağmen ilk girdiğimiz mağazadaki elbiselerden ikisini almıştık. Elbiseler bana oldukça uzun ve bol geldiği için terzi işlemleri bir hayli zamanımızı almıştı.
Elbiseleri terziye teslim edip iki gün sonra evime göndermesi için adresi bir kağıda yazdım.
Sokağa çıktığımız anda açlıktan midemin birbirine yapıştığını hissettim. Kristine'ye bunu söylediğimde "Yemek yiyelim o zaman. Ama önce caddenin sonuna gidip bankayla olan birkaç işimi halletmem gerekiyor." cevabını aldım. Bir şey söylemek yerine inilti koyverdim.
Kristine "Yapma lütfen. Sadece birkaç adımlık yol." dedi ve kolundaki saate baktı. "Ve işimi halletmem için sadece yarım saatim kaldı."
"Kristine ölmek üzereyim. Başım da ağrıyor." Son cümleyi söylediğim anda her şey bitiverdi. Uğultularımı çevremdekilerden saklamak kolay olmuyordu ve ne oldu sorusuna başım ağrıyor cevabını vermekte bir usta olmuştum.
"Pekala. Sen 'Did'in Yeri'ne geç." Ona minnettar bir şekilde baktım. "Yarım saat sonra görüşürüz." Vedalaşıp birbirimizin aksi yönünde ilerlemeye başladık.
Hava öldürücü derecede sıcaktı. Sıcağın yanına bir de boğucu olmasını eklersek bugün şanssız günlerimden birinde olduğum anlaşılmayacak gibi değildi.
Cadde boyunca ilerlerken bu kadar insanın dışarıda ne yaptığını merak ettim. Tanrım! Bu havada kliması olan bir yer lazımdı ve 'Did'in Yeri'ne yaklaşık on beş dakikalık bir yolum vardı. Kulak uğultum beni kendine hapsetmeye başlamıştı. Başımı eğip yere baktığımda kaldırım ayaklarımın altında gidip geliyordu. Tutunacak bir yer aradım ama o kadar çok insan vardı ki dümdüz yürümekten başka çarem olmadığını anlamam uzun sürmedi.
En fazla beş adım attıktan sonra sağa döndüm. İnsanlar umurumda değildi, sadece bir yere oturmam gerekiyordu. Çarptığım kişilerin söylenmelerine aldırmadan ilerlemeye devam ettim. En son karanlık bir yere geldiğimi gördükten sonra bedenimi sıkmayı bırakıp, bacaklarımın isyanını da dinleyerek kendimi yere bıraktım.
Ellerimi hemen yanımdaki demirden yapılma borunun üzerinde birleştirdim. Hmm... Serindi. İyi geldiğini anlayarak yüzümü de demir boruya yapıştırdım. Gözlerim bütün itirazlarıma rağmen kapanmakta ısrarcıydı. Daha fazla dayanamayarak gözlerimi kapattım.
***
Hemen yanımda konuşan bir erkek sesiyle kendime geldim. Gözlerimi açmak için bir hamle yapacağım sırada içimden bir ses bunun doğru olmadığını haykırmaya başlamıştı. Hayatımda ilk kez iç sesimi dinledim ve olacakları beklemeye başladım.
"Demire tutunmuş görmüyor musun?" Konuşan kişi uyanmama sebep olan sesin sahibiydi. Sesindeki isteğin kokusunu alabiliyordum.
"Her demire tutunan onlardan biri değildir Brain." Ses farklıydı ve bu da demek oluyordu ki yanımda en az iki kişi vardı.
"Uyandırıp gözlerine bakalım." Bunun için bir sebep mi vardı? Yoksa ot içtiğimi falan mı sanıyorlardı? Birkaç kez denemenin ardından tadının bok gibi olduğunu bildiğim otu kullanmayan biriydim ve bu iki genç beni polise vereceklerdi. Tanrım, annem kalpten gidebilirdi! Gözlerimi sıkıca kapattım.
"Gözleri kıpırdadı! Yemin ederim." Adının Brain olduğunu öğrendiğim çocuğun heyecanı tadına bakılacak cinstendi. Benden uzak durun. Lütfen benden uzak durun. Ben sizin aradığınız kişi değilim.
"Haydi gidelim. Sadece bayılmış bir kız. İşimize yaramaz." Tanrım! Gidiyorlardı. Ani bir dürtüyle gözlerimi açtım. Daha on altısında bile olmayan iki kişiydi başımdakiler. Sırtları bana dönük olduğu için yüzlerini göremiyordum. Aniden durdular. Korkudan ölmek üzereydim. Acaba çığlık atsam birinin buraya gelmesi ne kadar sürerdi? Ayrıca kalbimin atışını yaklaşık üç mil ötede duran biri bile duyabilirdi.
Gençler sendeleyerek geriye doğru yürümeye başladılar. Bir şey olduğu belliydi. Ve birden siyahlar içinde biri tarafından duvara yapıştırıldılar. Evet! Duvara yapıştırıldılar! Gelenin kim olduğunu bilmemek beni çıldırtıyordu, korkumu daha da arttırıyordu. Bir süre bakıştılar. Bana asırlar gibi gelen bir süre sonunda iki genç "Anladık." diyerek aynı anda konuştular. Neyi anlamışlardı? Bir şey konuşmamışlardı ki!
Siyahlar içindeki her kimse onları yakalarından tutup caddeye doğru götürdü. Siyah bir şapka, siyah bir deri ceket, eskimiş siyah bir pantolon ve yine siyah botları vardı. Geri döndüğünde hiçbir şey söylemeden bana baktı.
Yüzüne baktığımda içimin titremesine engel olamadım. Böylesi bir şey... Daha önce görmüş olamazdım. Küçük kahverengi gözler ve onun çevresinde bütün ihtişamıyla upuzun ve kıvrık kirpikler... Çenesinde ufak bir top sakal... Sol kulağında ise küçük ve yuvarlak gümüş rengi bir küpe...
Birden elini uzattı. Ne yaptığımın farkında bile değildim. Sadece uzattığı eli tutmak istiyordum. Hemen elimi eline yaklaştırdım. ufak bir hamle daha yaptıktan sonra el eleydik. Dışarıdan bakan biri bizi uzun zamandır görüşmeyen iki arkadaş sanabilirdi. Birden elini elimden çekti. Başındaki şapkaya dokunarak "Yakında görüşeceğiz." dedi.
Dayanamadım ve yeni bölümü yayınladım. :D 10 vote'da diğer bölüm gelir, sevgilerle Anormallerim
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ANORMALLERİN OKULU
FantasyKaranlığın içinde bir karanlıktı o. Gökyüzünden benim dünyama düşen bir melekti. O melek bana aitti, kimseyle paylaşmak zorunda değildim. "Elini ver." Emredici ses tonuna itaat edip elimi uzattım. Görüntüler gerçekti. Yaşadığımız onca şey gerçekti...