"Görüşmeyeli uzun zaman oldu Zeliş. Kendini nasıl hissediyorsun?
Zeliş değil, diye homurdandım içten içe. Zeliş'i yalnızca çok yakınlarım söylerdi; annem, babam, abim, tanıdıklarım...ama Zeliha demesini de istemiyordum bana. Seanslar boyunca takma isim kullanmayı önerdiysem de bunu kabul etmemişti. Gerçeklikten kopmak sana bir fayda sağlamayacak, deyip duruyordu. Oysa farkında değildi, gerçeklikten kopmazsam nefes alamıyordum.
"İyi." dedim ve ardından ekledim, çünkü tek kelimelik yanıtlar verirsem beni bezdirene kadar sormaya devam ediyordu. "Annemin kemoterapisi devam ediyor, İzmirdeki uzmanlar oldukça umutlu. Güzel sonuçlar almayı bekliyoruz."
"Erken tanının tedaviye oldukça yararı dokunur." dedi beni onaylarcasına. Kucağındaki deftere dolma kalemiyle iki defa vurdu, tık tık. "Sağlık ocağında çalışmaya devam ediyor musun?"
Eteğimin üzerindeki hayali tozları silkelerken zaman kazanmaya çalışıyordum. "Evet." Yalandı bu, istifamı vereli aylar oluyordu. "Yoğunluk aklımı dağıtıyor, çalışmayı seviyorum."
Dolma kalem hışırtıyla kağıt üzerinde ilerledi. "Bu iyi, Zeliş." dedi, kalın çerçeveli gözlüklerinin ardından beni ölçüp biçiyordu. "Uğraşların seni hayata bağlayacak yegâne unsurlar. Onlar öncesinde vardı, sonrasında da olmalı."
Göğsümün içine bıçak sokup çevirmiş gibi hissettim.
Bunu fark ettiğinde esefle gülümsedi. "Yanlış bir şey mi söyledim?"
"Öncesi yoktu." dedim üstüne basa basa. "Onunla tanışmadan önce çalışmaya henüz başlamamıştım."
Kağıtları karıştırdı, orada yazanlar benim hayatımdı ve aradığı detayı birkaç saniye sonra buldu. "Evet, evet. Mezuniyetinle aynı anda olmuştu eşinle tanışman, değil mi?"
Cevap vermedim. Aynı yaraların üzerinden tekrar tekrar geçip, onları kanatıp sonra da kabuk bağlamasını beklemek saçmaydı. Kalbimin üzerindeki kanama henüz durmamıştı ve karşımda permalı saçları, pahalı ayakkabıları ve yargılayıcı bakışlarıyla oturan kadının tavırları beni geriyordu. Üstüme geliyor, hemen iyileş diyordu.
İç çektim, bakışlarımı kaçırmaya çalıştım ama beden dilim beni ele verdi. Parmak uçlarımla boynumdaki kolyeye dokundum, ucunda bir yüzük asılıydı.
"Görüyorum ki kolyen hâlâ boynunda." Başını iki yana salladı, bunu yaparken dudaklarının kenarları hoşnutsuzlukla kırışmıştı. "Bunları konuştuk Zeliş. Eşyaları ardında bırakmalısın."
Uzanıp boynumdan koparabilecekmiş gibi kolyemi bluzumun içine soktum. "Söylemesi kolay." dedim öfkeyle. Yalancı bir öfkeydi bu. Gece geç saatlerde, koca yatakta yalnız başıma yatarken ve tek eşlikçim gözyaşlarım olurken uydurmuştum bu yalancı öfkeyi. Bir ambalajdı, ilkokulda kitapların etrafına sardığımız kağıt ciltler gibiydi. Dışarıdan bakan biri sinirime tanık olurdu ama onun altında, yalnızca acı vardı.
Günden güne artan, katmerleşerek çoğalan. Boyumu geçti bu acı. Neredesin sen?
"Dolapları boşalttın mı?" Ellerini dizlerinde kavuşturdu, böyle yapınca sorgu amirlerine benziyordu. "Onun kıyafetlerini ayıklamalısın. İhtiyacı olmayacak."
Bu sabah, tıpkı diğer sabahlar olduğu gibi, ayıklamak için dolabı açtığımı, aklımdaki tek düşüncenin o kıyafetlerin hepsini atmak olduğunu ama eninde sonunda, onlardan birine sarılarak dakikalarca ağladığımı anlatmak istedim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
VAVEYLA
Chick-Lit"Sen küçük kızın tekisin, asker karısı olmanın ne demek olduğunu bile anlamıyorsun." "Bahane üretme!" diye çıkıştım ona. Sesimin yükselmesini ilk defa önemsemedi çünkü felaket derecede kızgındı. "İki gün sonra babamın evine gitmek istiyorum dersen-"...