Yazım yanlışı olan pasajlara yorum bırakırsanız sevinirim. İyi okumalar.
Her ne kadar gözlerimi hemen çekip, kolonun arkasında saklanmaya devam etsem de gittikçe yaklaşan su seslerinden adamın bana yaklaştığını anlıyordum. Elim kontrollü bir şekilde belimdeki silaha doğru gitmişti.
"Orada!" diye kopan bir bağırtı sonrası bana doğru yaklaşan sesler gittikçe atmıştı. Dört bir yanımdan yükselen su sesleriyle elimi belimden çekmiştim. Silahımı kullanmayacaktım. Amacım zavallı ve kaybolmuş bir kız portresi çizmekti. Daha fazla kolonun arkasında kalmayıp ellerimi yukarıya kaldırarak ortaya çıktım. Anında boynuma doğru uzatılan kılıçla istemsizce bir adım geriye attım, fakat aynı anda sırtıma değen sertlikle korkak bir görüntü çizmek adına gözlerimi büyütüp yerimde sıçradım. Gözlerimin dolması için ufak bir çaba harcamış, en nihayetinde de yanağıma doğru inen bir damlayla içimden gülümsemiştim. Tek amacım korkak biri olduğuma kanaat getirmeleri ve üzerimi aramaya gerek görmemelerini sağlamaktı.
Adamlar her ne kadar çatık kaşlı da dursalar, üzerlerindeki kıyafet bütün ciddiyeti alıp götürüyordu. Onlara bakmaya devam edersem kahkaha atacağımı bildiğimden bakışlarımı yere dikmiş, arada bir yüzlerine çekinerek bakıyordum. Zaten boyları da dev gibiydi, istesem de kolayca göz göze gelemezdim.
"Kim-kimsiniz s-siz?" sesim kısık çıkmıştı, göz yaşlarım ise akmaya devam ediyordu.
"Esas sen kimsin hatun? Ne ararsın burada?" kıyafetler bitti, şimdi sıra konuşmaya geldi. Gülsem mi, ağlasam mı bilemez haldeydim.
"B- ben b-bilmiyorum. Ke- kendimi burada buldum." diye mırıldandım.
"Esat Ağa belli hatunun bir şeyden haberi yoktur. Salsak mı?" önden kılıcı uzatan adam konuştuğunda içimde küçük bir umut oluşmuştu.
"Emir de aşikar, hükmü verecek olan da... Bunun muhasebesini yapmak bize düşmez. Alın hatunu." dedi kenarda durup öylece bekleyen adam. Umursamaz bakışları üzerimdeydi.
Kollarımdan tutup beni sürüklemeye başladıklarında fazla direnmemeye özen göstererek yüzlerine yalvaran bakışlarla baktım. Her ne kadar onlara zararsızmışım gibi hissettirmeye çalışsam da gerçekten yalvarmaya gururum el vermiyordu. İnanmazlarsa inanmasınlardı, hepsine yetecek kadar mermim vardı en nihayetinde.
Bakışlarıma da, küçük çaplı direnişlerime de aldırış etmeden yürümeye devam ettiler. Islak zeminin sonuna geldiğimizde önümüzde üç basamaklı taş merdiven vardı. Gelirken böyle bir şey olmadığına emindim halbuki. Dahası meşalelerin aydınlattığı alana baktığımda girdiğim müzeyle uzaktan yakından alakası yoktu şu an bulunduğum yerin.
Büyük bir kapıdan çıktığımızda ben karşımda ışıl ışıl bir şehir görmeyi beklerken, tek ışık kaynağı gökyüzünde dolunay halini almış ay ve İstanbul'da olduğunu unutturacak cinsten belirgin olan yıldızlardı. Bütün bu olanlar çok saçma, sanki boyutlar arası yolculuk yapmış gibiydim.
Bir dakika!
Ne?
Yok artık! Bilim kurgu filmi falan mı bu canım, ne yolculuğu?!
Müzenin ani değişimi, yeniçeri kıyafetli adamlar, kılıçlar, konuşmalardaki tuhaflık, elektriksiz metropol... Her şey tek bir noktaya sirayet etse de, öyle olmasına imkan yoktu. Ben zamanda yolculuk falan yapmış olamazdım. Hem belki her şeyin bambaşka bir açıklaması vardır. Hiçbir şeyden emin değilken hemen yargıya varmam çok saçma, üstelik de bir polis memuruna yakışmayacak bir davranıştı.
Toprak yola çıktığımızda dümdüz ilerlemeye başladık. Yapmam gereken tek şey etrafı iyice inceleyip, ellerinden kurtulduğumda geleceğim güzergahı belirlemekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAMAN SARNICI
Science Fiction21.yy'da İstanbul Emniyetinde görev yapan komiser Gonca Kandemir, bir sabah gelen bir cinayet ihbarıyla Yerebatan Sarnıcı'na gider. Gün boyu davayla uğraşması sonucu aklındaki soru işaretlerini gideremeyince soluğu yeniden cinayet mahallinde alır. G...