Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında..
(Sezai Karakoç)Merhaba mavi rengini kendine aşk bilmiş gökyüzü. Merhaba, sevdası uğruna nice gözyaşı döküp ertesi gün tekrar dirilen bulutlar. Merhaba, ailesinin rızkı için çabalayan göçmen kuşlar. Ve merhaba, şehrimin şen kahkahası çocuklar.
Bugün mutlu muydum yoksa mutlu olmak için beynime sinyal gönderme çabalarında mıydım bilmiyorum. Evimizin aşağı sokağında bulunan çocuk parkına gelmiştim. Öyle büyük bir yer değildi burası. Bir kaç salıncak, iki kaydırak ve bir tahtaravalliden ibaret bir oyun alanıydı.
Evimiz derken, eski evimizin yakınlarında bir ev kiralamıştık. Uzun süre sonra babamla konuştuğumuzda Ankara'da kalmadığımızı öğrenmişti. Tabi biz burada yeni ev arayışına girmiştik bile. Onca uğraş sonunda bir ev bulabilmiştik. Depremden sonra ev bulması epey zor olmuştu.
Depremin üstünden iki ay geçmişti. Herkes bir şekilde toparlanmıştı artık. Kaybı olanlar ise ömür boyu sürecek bir acıyla kalmışlardı. Gök gözlü bey gibi.
Ona ne demeliyim bilmiyorum. İsmini öğrenmemiştim ki. Esin teyzem biliyordur ama ona sorarsam da yanlış anlaşılmaktan korkuyordum. Zaten yeterince evlilik yaşına geldiğimi yüzüme vuruyorlardı. Onların eline ümit uçurtmasını vermek istemiyordum.
Beynimden müsaade isteyip gelirken aldığım lolipop şekerleri poşetinden çıkarmaya başladım. Çocukları ziyarete gelirken eli boş gelmek olmazdı değil mi?
Şeker çıkardığımı gören çocuklar gözlerinde ki ışıkla bana baktılar. Bende onlara el işaretiyle gelin dedim. Çok sevinmişlerdi. En küçüğünden en büyüğüne herkes yanıma gelmişti. Hatta daha iki buçuk yaşlarında bir kız çocuğu ablasıyla birlikte koşarak elimde ki şekeri almış ve ne olduğunu anlamadığı için ağlamaya başlamıştı.
Onun için özenle paketi açıp eline verdim. O ise onun bir top olduğunu sanarak eliyle tuttu. Şeker eline yapıştığında ise tekrar ağlamaya başladı. Ben ona nasıl anlatacağımı düşünürken ablası yanı başımıza gelerek "bak Zülal" dedi ve elinde ki şekeri ağzına koydu. Adının Zülal olduğunu öğrendiğim sulu gözlü bebek ise ablasını taklit etti.
Herşey bundan ibaretti işte. Taklit ve tekrar etmek. Öğrendiğimiz her şeyi böyle öğrenmemiş miydik? Daha bir kaç aylıkken başımızda " anne, baba, dede, abi" diyen ebeveynlerimizi taklit etmemiş miydik?
Bunları düşündüğüm esnada bir oğlan çocuğu başka bir çocuğa taş attı. Tam müdahale edecekken annesini orada olduğunu fark ettim. Sesi yüksek dağları bile aşacak cinstendi. " Ali! geliyorum yanına. O taşlarla kafanı ezeceğim senin!"
Evet taklit etmiştik ve ne yazık ki bazı çocuklar hiç şanslı değildi. Çünkü ileride fark edecekleri korkunç bir şey vardı. Yanlış kişileri taklit etmek!
Nasıl bu kadar gür sesi olduğuna anlam veremediğim kadın çocuğunu da alarak uzaklaştı oradan. Halinden Ali'nin eve gidince de bazı yanlış taklitleri öğreneceği belli oluyordu.
Ne üzücü bir durumdu yanlış kişilerin aile olması. Kendileri bile farkında değildi yanlış aile olduklarının, ne yazık ki.
Onlar gidince parkta hiç bir değişiklik olmadı. Bütün çocuklar oyunlarına kaldığı yerden devam etti. Ellerinde ki şekerlerle kaydırağa binenler şekerlerini ağızlarına alarak kendilerine kolaylık sağladılar. Tahtaravallide olanlar ise bir yere tutunmadan da dengede kalabileceklerini gösterebilmek için şekerlerini bir sağ ellerine bir sol ellerine aldılar. Ne güzeldi bu saflık, masumluk. Ne güzeldi çocuklar. Aklıma bir şiir geldi onları izlerken. Ve kelimeler istemsizce dudaklarımdan döküldü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Su (İslâmî Roman)
SpiritualSaygıdan yoksun insanlar yanımdan ayrılınca beni savunan kişiden tarafa döndüm ve teşekkür ettim. Yüzüne bakmamaya azami gayret gösteriyordum. "Ben üstüme bile alınmamıştım yine de teşekkür ederim." "Bir müslüman olarak ben üstüme alındım." İstems...