"Haritalar çiziyor ruhum
Acının, utancın, hıncın ve hüznün haritalarını..."
Sezai Karakoç"Taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir. " Diye bitirdim cümlemi.
Fazla acemice diye geçirdim içimden. Ben ne zaman etkileyici bir yazar olacaktım acaba? Her gün hayal dünyamı genişletmeye çalışıyordum, fakat önüme görünmeyen set konulmuştu sanki; her geçen gün kelime dağarcığım indirgeniyormuş hissiyatındaydım. Hayatımın neredeyse tamamını başkalarına yardım üzerine kurmuştum. Sanki bu Dünyada ki tek dertsiz benmişim ve bu dünyada ki tüm dertlilerin sıkıntısını ben çözecekmişim gibi..
Biraz daha maneviyata yönelmek istiyordum. Her gün fikir alemimde yeni düşünceler peyda oluyordu. Insanlar mı, tasavvuf mu, dünya mı, aile mi, zaman mı, ahiret mi diye diye bitiriyordum kendimi. Sonra dönüp kendime kızıyordum; bir insanın hayatında bunların hepsi bulunmalıydı. Aralarında seçim yapmadan bir yere girdirmeliydin hepsini. Peki ya zaman? Yirmi dört saat icraatta sadece 4 saat gibiydi. Bununla nasıl başa çıkacaktım?
Hâlbuki bu soruların cevabını benden bekliyordu insanlar. Bazen kendimi çok kenara sıkışmış ama elinden daha fazlası gelmeyen biri gibi hissediyordum. Terzi kendi söküğünü dikemez diyerek işin içinden sıyrılabilir mıydım bilmiyorum.
Bilgisayarımı kapattım ve başucu komodinimin üzerine koydum. Bugün onu yanıma almadan sadece kendimle başbaşa gezecektim. Tabi görüşmem gereken birisi vardı; Zümer..
Tatlı kızdı ve benim bir şekilde her şeyi çözeceğime inanıyordu. Hayatta o kadar yalnız kalmıştı ki ben onun için bir umut, bir heyecandım. Yeni biriydim, insandım.
Gülümsemesinin altında yatan binlerce hüzün vardı. Her bir görüşmemizde biraz daha kenarlara geçiyordu. Onun için kuytu yer arıyorduk. İnsanların kendisine acınaklı bakmasını istemiyordu. Göz yaşını saklayabildiği bütün insanlardan saklıyordu.
Ben onun için ne yapacağımı bilemiyordum. Sanki benden ailesini istiyor gibiydi. Ailesini, babasını, annesinin gençliğini, sevgiyi istiyordu. Ben bunu nasıl yapabilirdim. Annesine ne kadar yardımım dokunurdu? Veya babasını bulma imkanım var mıydı? Sağ mıydı, ölü müydü, ben bunu nereden bilebilirdim?
Bunların hepsini kendisi bulması gerekiyordu. Ben ona sadece soruları soran ve kendini keşfetmesini sağlayan biriydim. Kabiliyetlerini bilmesini, neyi yapıp neyi yapamayacağını fark ettirmekle görevliydim. Babasını bulması gereken kendiydi. Peki gerçekten babasını bulması mı yoksa bulamaması mı gerekiyordu? Bunu ikimizde bilmiyorduk.
Acaba Zümer'e böyle bir ümit mi vermiştim? Bende onu mu görmüştü? Sebepsiz yere heyecanlanmasına mı sebep olmuştum? Kafamda bir sürü soru vardı. Birçok kişiyle konuşmuş ve çözüm bulmuştum ama Zümer farklıydı. O benden enerji değil, mutluluk değil, aile istiyordu. Ve ben ona umut vermenin ızdırabını çekiyordum.
Bir kafeye gidiyordum. Bu sefer Zümer istemişti gideceğimiz yeri. Heyecanlıydı, kırmadım. Ama bilmediğim yerlere doğru gidiyordum. Akşam olmadan eve dönmem gerekiyordu.
Söylediği kafenin önüne geldiğimde taksicinin parasını ödeyip indim. Ahşap yapılardan oluşan kafenin önünde bir kaç masa vardı. Burası çarşı veya uğrak bir alan değildi. Mahallede bulunan küçük toplantı yeri gibi bir yerdi. Gözlerimle etrafı taradım fakat Zümer'i göremedim. Benden önce burada olması gerekiyordu.
Bilmediğim bir yere ne için geldiğimi bile bilmiyordum. Sanki bugün hava biraz karartılı, rüzgar tozluydu. Canımda nedense pek sıkkındı. Zümer'i arayıp nerede olduğunu sordum. Daha kapatmadan ise karşımdan gelen mor başörtülü kızı gördüm. Önceki görüşmelerimizin aksine çok salaş giyinmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Su (İslâmî Roman)
SpiritualitéSaygıdan yoksun insanlar yanımdan ayrılınca beni savunan kişiden tarafa döndüm ve teşekkür ettim. Yüzüne bakmamaya azami gayret gösteriyordum. "Ben üstüme bile alınmamıştım yine de teşekkür ederim." "Bir müslüman olarak ben üstüme alındım." İstems...