Taehyung harikulade bir rüya görüyordu. İnanılmaz derecede güçlü bir çift kol sıcaklığıyla onu ısıtıyor, sahile vuran dalgaların ritmik sesi yorgun ruhunu yıllardır hissetmediği bir huzura kavuşturuyordu. Uyanmak istemiyordu.
Kuşların telaşlı şakımaları ona artık uyanma vaktinin geldiğini söyler gibiydi. Parlak gün ışığı göz kapaklarını açılmaya davet ederken saten çarşaflarla kaplı yumuşacık yatak onu tekrar uykuya çağırıyordu. İsteksizce kıpırdanıp göz kapaklarını güçlükle kaldırdı.
Gözlerini birkaç kez kırpıştırdıktan sonra keyifle gerinip etrafına baktı ve şimşek gibi fırlayıp yastıklara dayandı. Neler oluyor? Kalbi gümbür gümbür atarak odayı incelemeye başladı. Satenlerle kaplı devasa bir yatağın üzerindeydi. İnanılmaz büyüklükteki oda krem ve beyaz döşenmişti.
Önünde ve arkasındaki duvarlar dışında odanın iki yanı boydan boya camdı ve ahşap teras güneş ışıklarıyla yıkanıyordu. Sol tarafında ise kayalık bir tepeden tüm azametiyle dökülen bembeyaz bir şelale biraz ötede köpürerek birikiyor ve sonra odanın altında kayboluyordu. Vay canına! Cennet bu olmalı...
Yatağın kenarını tutarak bacaklarını aşağıya sarkıttı ve yüzüne düşen saçlarının arasından yere baktı. Aman Tanrım! Yer tamamıyla camdı. Ayaklarının altında telaşla oradan oraya yüzen minik balıkları görebiliyordu. Etrafını saran baş döndürücü güzellik onu sersemletmişti. Sıra dışı mimari ve doğanın haşmeti onu her zaman etkilerdi. İşin ilginç yanı bu yönünü bir tek Jeongguk ile paylaşmış olmasıydı. Sahi, Jeongguk neredeydi?
Yatakta dimdik oturup düşünmeye başladı. Adını bile anmak kalbini ağzına getiriyordu. Hayır, buna izin veremezdi. Ondan nefret ediyordu. Kesinlikle nefret ediyordu.
Uçaktan indiklerinden beri sanki soluverecek nadide bir çiçekmiş gibi üstüne düşen, kabus gibi bir günün ardından vücudunu taşımayı reddedip durmadan titreyen bacaklarını bahane ederek onu ısrarla kucağında taşıyan Jeongguk.
Minicik bir bebekmiş gibi onu yatağa yatırıp üzerini örten Jeongguk.
Evet, ondan kesinlikle nefret ediyordu.
Çünkü yattıktan sonrasını hatırlamıyordu.Savunma kalkanları tamamen düşmüştü ve muhtemelen Bay Şeytanın ta kendisi yarı baygın halinden faydalanmıştı. Eklemleri bembeyaz olana kadar yumruklarım sıktı. Teklifini kabul etmiş olabilirdi. Ama Jeongguk onu nelerin beklediğini bilmiyordu. Kabus gibi bir eş olacaktı; ona hayatı zehir edecekti. Eğer eve ve Joyeong'a dönmeye odaklanırsa onu aklından sonsuza dek çıkarmayı başarabilirdi. Bedeli ne olursa olsun oğluna kavuşacaktı. Hem içinde oldukları durumun büyük bir avantajı vardı. Kalpsiz Prensin kötülüklerine ve insafsızlığına bil fiil tanık olacaktı. Belki böylelikle yıllardır içini kemiren suçluluk duygusundan da kurtulur, ona bir oğlu olduğunu söylemediği için duyduğu vicdan azabı biterdi. Ama ne yaparsa yapsın iki günlük deneme süresi bitince onu Taejo'ya götüreceğine ihtimal vermiyordu. Teklifini yine de kabul etmişti çünkü aksi takdirde tek seçenek savaş olurdu. Babasını Joseon'a hücum etmekten hiç kimse vaz geçiremezdi. Ve savaş Taehyung'un isteyebileceği son şeydi.
Odada Mozart'ın tanıdık bir melodisi yankılanmaya başlayınca çılgın gibi yataktan fırladı. Bu onun telefonunun çalma sesiydi. Çıplak ayaklarıyla serin cam zeminde koşturarak görüş alanına giren tüm yüzeylere baktı. Nihayet çantasını ve bavulunu görünce neredeyse mutluluktan uçacaktı. Anlamıyordu; ona telefonunun şatoda çalışmayacağını söylememiş miydi? Belki de o korkunç yere gitmekten vazgeçmiş onu başka bir yere getirmişti. Telaşla çantasını açıp telefonunu aramaya koyuldu. "Lütfen kapanma, lütfen." Titreyen parmaklarıyla cevapla düğmesine basıp telefonu kulağına götürdü. "Alo?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zamanı Durduralım || Taekook
FanfictionDüşman topraklar, iki hanedanın varisi. 21.yüzyılda hüküm süren hanedanlık rejimi. Joseon Hanedanlığından Jeon Jeongguk ve Taejo Hanedanlığının biriciği Kim Taehyung. •Mpreg •Historical bi hikaye değil. Günümüz şartlarında ve teknolojisinde gerçek...