Doktorum Cenan Bey'in ofisinin kapısının önünde dikilirken beyaz işlemelerin ne kadar kusursuz olduğuna bakıyorum. Annem hemen yanımda, sıkıca elimi tutuyor. Karşılık veremiyorum...daha da üzücü olanı ne biliyor musunuz? İstemiyorum da. Kendi canımdan bir parçayı, annemi bile bırakmaya o denli hazır hissediyorum. Kendimden korkuyorum.
"Hazır olduğunda içeri girebilirsin, Rüya. Seni tekrardan aramızda görmek çok güzel." diyor, Cenan Bey'in sekreteri.
Adını bilmiyorum.
İşin aslı...bilmek de istemiyorum.
Yeni insanlar tanımak, yeni bir şeyler öğrenmek, bir şeylere bağlanmış hissetmek istemiyorum.
Kendi kendime gülümsediğimi gören annem bana endişeyle bakarak sıcak ellerini solgun tenimde gezdiriyor.
Gülümsüyorum.
Bu boş gülümsemenin ardında, kendi öz benliğime duyduğum acıma duygusu yatıyor. Halime acıyorum ama içinde bulunduğum vaziyeti düzeltmek için bir şey de yapmıyorum. Yapmak istiyor muyum ki? Hayır. İstemiyorum.
Kaşlarımı çatıyorum.
Saçmalıyor değilim, hatta oldukça anlamlı düşünüyor bile olabilirim. Bilmiyorum.
Ellerini kucağında kavuşturarak koltuklardan birine oturan annemi arkamda bırakıp kapıdan içeri adım atıyorum.
Cenan Bey, her zamanki gülümsemesiyle beni bekliyor, masanın bana doğru olan kısmında bir kahve kupası var.
Çok incelemiyorum.
"Seni neredeye bir aydır görmüyorum, Rüya." diyor Cenan Bey. Sanki daha fazla şey söylemek istiyor ama tepkimden korkuyor. Bu tavra alışkın olduğumdan hafifçe gülümsüyorum.
"Kötüleşiyorum." diyorum. Ağzımdan çıkanlarla yüzümdeki gülümseme kocaman bir tezat oluşturunca...daha da gülümsüyorum.
Cenan Bey ellerini masada birleştirerek, yüzümdeki hastalıklı gülümsenin ardında bir ruh ararmışçasına bana bakıyor. Ben de gözlerimi onun kırlaşmış sakallarına dikiyorum.
"Annen bana son iki haftadır hastanede olduğunuzdan bahsetti...Ancak neden olduğunu belki senin anlatmak isteyeceğini söyledi." diyerek toparlıyor düşüncelerini.
Gülümsemem yüzümde git gide donuklaşırken gözlerimi sakallarından ayırmıyorum, görüşüm bulanıklaşıyor.
"Sinir krizi geçirdiğimi söylüyorlar." diyerek omuz silkiyorum.
Uzun bir süre sessizce havayı soluyoruz. Söylenmesi gerekip de daima yarım kalan bir şeylerin peşinden koşuyormuş gibi, sanki ben onu yoruyormuşum, hep daha önden gidiyormuşum gibi bir havası var doktorumun. Onca yıl okuduğu insan psikolojisi sanki benimle tuzla buz oluyormuş gibi. Haline üzülmek istiyorum.
"Başladığımız yere geri döndüğümüzün farkındasın değil mi Rüya? Bana arkadaşından..Çağrı'dan bahsettiğin günler hep daha huzurlu gözüküyordun. Gelişme kaydediyorduk haksız mıyım?"
Adını duyduğumda tüylerim diken diken oluyor. Mor halkalarla bezenmiş göz çevrem seğiriyor.
Haksızsınız.
Önündeki kağıtlardan birini çekip göz gezdiriyor.
"En son ayağını incitmiştin. Okulunuzun yaptığı geziye bir daha katılamadığınızı belirtmişsin.."
Gözlerimi kapatıyorum.
Neden burada olduğumu bilmiyorum. Ama eğer burada olmazsam nerede olmak istediğimi de bilmiyorum. Olmak istediğim bir yer olmadığı içindir herhalde, susuyorum.
O halde ne kadar oturdum bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda son birkaç haftadır hep yaptığım gibi kendimle çelişiyorum.
Anlatmaya başlıyorum yeniden.
Kabuslarımda beni kovalayan mavi gözleri, ellerimi titreten, saçlarımı yolduran, yüzümü derin izler içinde bırakan anıları, yakan, acıtan, kahreden o zamanları tekrar alevlendiriyorum.
Aslında ben sadece...söylenmemiş bir şey kalmasını istemiyorum.
"Ayağımı üç farklı yerden kırdığımı öğrendiğimiz hafta Çağrı neredeyse bizim eve taşınmıştı. Annem, beni mutlu ettiği sürece gidip gelmesine bir şey demiyor olsa da Çağrı gider gitmez beni soru yağmuruna tutuyordu. Ne işi vardı bu çocuğun sürekli evimizde? Benimle farklı anlamda mı ilgileniyordu yoksa?
"Saçmalama, Anne." diye cevap veriyordum hep.
Sonradan öğrendiğime göre Batuhanlar ayağımı kırdığım haberini alır almaz Tunç'u bir güzel benzetmeye kalkmışlar. Tunç evime kocaman bir buket çiçek ve özür kartı gönderdiğinde durumu anlayıp Çağrıyla gülme krizlerine girmiştik. Güzel gülüyordu Çağrı. Ama kahkaha attığı zaman..."
Bir süre devam edemiyorum.
"İçim titrerdi. Evet. Sanırım aradığım kelime bu.
Ayağımın alçıya alındığı ikinci hafta baş ucumda bana şiir okumaya karar vermişti. Özdemir Asaf'tan Yalnızlık Paylaşılmaz kitabını alırdı hep eline. Boğuk sesiyle okumaya başlamıştı,
"Ben seni seviyorum,
Gizlice..
El-pençe duruyorum,
Yüzüne bakıyorum,
Söylemeden,
Tek hece."
Kitabı kapatıp gülümseyen yüzüme bakmıştı.
Aklımdan geçen binbir düşünceyi sineğe çekerek,
"Ne o Çağrı? Yoksa birine mi aşık oldun?" diye alay etmiştim.
O da bana bakıp gülümseyerek karşılık vermişti,
"Ben şiire aşığım sadece...Bir de sana." deyip göz kırpmıştı.
"Dalga geçmesene be!" diyerek yetişebildiğimce omzuna vurmuştum.
Önce durgulaşıp daha sonra ciddileşmişti. Odadaki havanın gerginleştiğini, küçük bir alaydan çok daha farklı bir hal aldığını sezmişsem de umursamamıştım.
"Neden dalga geçecekmişim?" diye sormuştu.
"Çünkü sen bana aşık olamazsın."
"Öyle bir kural mı var?"
"Evet..."
"O halde kuralların yıkılmak için var olması güzel."
Gülümsemiştim.
"Söyle bakalım, var mı gerçekten böyle bir kural?"
"Yıkmak ister miydin...eğer olsaydı böyle bir kural?"
Biraz daha yanıma yaklaşıp yüzüme düşen bir tutam saçı usulca kulağımın arkasına yerleştirmişti.
Her zaman böyle romantik değildi Çağrı. Fazla dokunmamıştı bana Çağrı, öpmemişti bile. Ama gözleriyle...çok sevmişti beni.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüyanın Çağrısı
Novela Juvenil"Biliyor musun bir gün buradan gideceğim." Gülüyorum. "Nereye?" Düşünüyor. "Bilmem. O an nereye gitmek istersem." Tekrar gülüyorum. "Gel Rüya, gidelim buradan." "Nereye olduğunu bile söylemedin ki." "Sonsuza kadar mutlu olacağımız bir yer olsa..yetm...