8. VENÜS ETKİSİ

394 12 10
                                    


Ruelle – Madness


Karanlık, gece gibi üzerime çöktüğünde ruhumu parçalayan acıya esir düştüm. O dayanılmaz acıyı en küçük zerreme kadar hissediyordum. Çığlıklarım içimin yangısında boğuluyordu. Zihnim, bu zifiri karanlıktan bir kaçış yolu arıyordu. Ruhum, esir düştüğü cehennemden kurtulmaya çalışıyordu.

Amansız mücadelenin kazananı en başından belliydi. Her şeyi yutan karanlık, bütün çıkış kapılarını tutan acıyla birlikte şüphesiz galip gelmişti. Karşı koymanın imkânsızlığını kavradığımda hiçliğin içerisinde kaybolmaya razı geldim.

Bu karanlık cehennemde, hiçliğin orta yerinde hiç kimseye dönüşüyordum.

Vazgeçmek, boyun eğmek acıyı katlanılabilir kılmıştı. Teslimiyetim beni hissizlikle ödüllendiriyordu. Ruhum, bazen vazgeçmenin bir kazanım olduğunu o an öğreniyordu. Çünkü her vazgeçiş bir kaybediş değildi.

O an... Gökyüzünden kayan bir yıldızın usulca süzülen cılız ışığını fark ettiğimde bunu anladım. Benim vazgeçtiğim yerde bir başkası mücadeleye başlamıştı. Bu mücadele benim için veriliyordu. Birisi, karanlığa hapsolan ruhuma ışık tutmak için çırpınıyordu.

Bana seslendiğini duyabiliyordum. Bana ulaşmaya çalıştığını, beni kurtarmaya çalıştığını biliyordum.

"Dalia!" diyordu yeniden hissetmemi sağlayan, bana ışık tutan sesin sahibi. Durmadan, yorulmadan adımı söylüyordu.

Bir gürültünün içerisinde yükselen güçlü sesten duyduğum ismim, kulağıma ilk defa bu kadar güzel geliyordu.

Dalia... Birçok farklı kültürde kullanılan ve kullanıldığı yere göre yazımı değişen bu ismin anlamı, yıldız çiçeğiydi.

Yıldız çiçeği...

Bana umut olan yıldızın ışığı...

Bu isim, o ışığın sahibinin dudaklarından döküldüğünde anlam kazanmıştı. O ışık, yıldız çiçeğinin solmaması için savaşıyordu.

Bilincim yavaş yavaş zifiri karanlıktan sıyrılırken yeniden hissetmeye başlamıştım. Kendime gelmeye başladığımda başımın arkasında sebebini bilmediğim keskin bir ağrının varlığını fark ettim. Üstelik bu ağrı, giderek daha da şiddetleniyordu. Bedenimin sert bir zemin üzerinde uzandığını hissedebiliyordum. Tenimi yakan dokunuşu ve o dokunuşun sahibini hissedebiliyordum.

Gözlerimi yavaşça araladığımda onun telaşlı bakışlarıyla karşılaştım. Gökyüzünden koparılıp irisine yerleştirilen eşsiz maviliğe baktım. İçimde yine o bilindik garip duygular günyüzüne çıkıyordu. Bu yabancıyı tanıyordum. Nasıl olduğunu bilmiyordum ama tanıyordum işte.

Adından başka hiçbir şeyini bilmediğim bu adam, yaşamım boyunca karşılaştığım herkesten daha yakındı sanki. İrisindeki kahverengiliği yararak kendine yer açan o mavilikti bana bunları hissettiren. Benden bir parça gibiydi. Bana ait gibiydi. Her göz göze gelişimizde hızlanan kalp atışlarımın ve içimde başlayan fırtınanın sebebi buydu.

Hayran hayran baktığım mavilik, bir sis bulutu gibi dağılarak kahverengilikte kaybolduğunda dehşetle sarsıldım. Artık gözleri yalnızca kahverengiydi. Karanlığa gömülmeden önce gördüğüm gözlerdi bunlar. Sol göğsü kızıla boyanan adamın gözleri...

Bir an bile düşünmeden boynuna sarıldım. Başımı boyun girintisine gömerken sardığım kollarımı olabildiğince sıkıyordum. Gözlerimi sıkıca yumup kokusunu içime çektim. Burnuma dolan amber kokusu, ciğerlerimi yakıyordu.

MAVERA AĞACIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin