deepest apologies [excerpt]

387 30 12
                                    

uzun zamandır hiatus'te olduğum için bir excerpt yazmaya karar verdim son bölümün bir kısmını harry pov olarak yazdım bir de harry'nin bakış açısından bakın bakalım

Jean'le konuştuktan hemen sonra üzerime bir tişört giydim ve masamdan oda anahtarlarımı alıp cebime sıkıştırdım. Jean'e sinirli olmalıydım ama değildim. Jean aradığında açmamalı ve yaptıkları yüzünden acı çekmesini ve suçluluk duygusunu yaşamasını izlemeliydim. Tamam, bu kesinlikle fazla acımasızca. Bunu beni zorlasalar da yapmam.

En önemli şeye gelince, Jean'i bu kadar çok sevmemeliydim ama seviyorum ve buna nasıl engel olacağımı bilemez haldeyim.

Onunla konuşurken genellikle söylediklerimi duyamıyorum. O benim ağzımdan çıkan her kelimenin üzerinde 5 dakika çalıştığımı söyleyebilir. Oysaki ben ne dediğimin farkında bile değilim. Aklımı başımdan alıyor.

Kapıya geldiğimde klasik nefes alma çalışmamı yaptım. Bu garip olabilir ama ağzımdan çıkanın farkında olmadığım için Jean'e, ona aşık olduğumu belli etmemek için yapabildiğim tek şey bu.

Ben zili çalınca hiç bekletmeden açtı.

"Umarım zehirlenmem." dedim hemen aklıma ilk gelen şeyi söyleyerek.

Jean bana bir bakış attı. "Eğer laflarına dikkat etmezsen seni boğarım."

Aman. Tanrım.

Kendimi övmem ama Jean hakkında her şeyi biliyorum. Adının neden Jean olduğunu o bana anlatmadan önce de biliyordum. Kendisinin Britney Spears'ı o kadar çok sevmediğinden dolayı adını Hermione Jean Granger'dan almış gibi davrandığını da biliyorum.

Onu seviyorum.

Hep olur, birini görünce onu sonsuzluktan beri tanıyormuşsunuz gibi gelir. O bana olmadı. Sanırım benimki ilk görüşte aşk değildi. Jean'in ilkbaharda her hafta sonu Central Park'a gidip orada kitap okuduğunu fark ettim. Bir gün onun da geleceğini bilerek ondan önce oraya gittim ve hep altına oturduğu ağacın yakınlarındaki bir banka oturup bekledim. Çok geçmeden elinde bir kitapla o da geldi.

Onu izledim.

Elindeki kitabı orada bitirdi ve kitabı göğsüne bastırarak ağladı. Ona o sırada aşık oldum ve çok canım yandı.

Jean'e dönüp önünde eğildim. Gülerken yüzünü eliyle kapattığını gördüm. "Lütfen özürlerimi kabul edin leydim. Aklımdaki en son düşünce size karşı kaba olmaktı. Beni bağışlayın."

Bir eliyle yüzümü kendine çevirdi, diğeriyle de gözünün önüne gelen sarı saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. "Kalk ayağa Harold. Böyle yapmayacağını biliyorum. Seni tüm krallığın önünde sör ilan ediyorum." Önce elimi tutup beni ayağa kaldırdı. Sonra da ona tapmama neden olarak kitaplığa döndü ve "Sevgili halkım," dedi. "Sör Harold Styles bundan böyle benim baş yardımcım, en yakın dostum ve prensim." Kendi etrafında döndü ve "Kutlamalar başlasın." deyip bana döndü. Onu bir anda kucağıma alıp döndürünce kollarını bana doladı ve gülerek kafasını boynuma gömdü. Fazla "sevgili gibi" olmamak için alnını öpmedim ama yapardım. Eğer her şeyi bilseydi.

-

"Konuşmalarına böyle başlayınca beni utandırıyorsun." dedi ben ona prensesim deyince. Gözlerimi kısıp ona baktım. Gözlerine, dudaklarına, yüz çizgilerine baktım. Ve saçlarına. Yine o garip topuzunu yapmıştı. Güldüm.

"Kızarmanı seviyorum ve seni nelerin utandıracağını bilebileceğim kadar çok zaman geçirdik."

Bu saçma bir bahaneydi. Onu belki de 8 aydır izliyordum. Profesörlerin yanında, drama dersinde diğer öğrencilerle, tek başınayken. Her şeyi biliyordum.

"Şimdi sana birkaç soru soracağım ve sen de cevaplayacaksın. Çok basit sorular olacak."

Başımı aşağı yukarı salladım ama biraz hızlı olunca saçlarım bir anda dağılıverdi.

"Resim sever misin?" diye sordu. Gözlerindeki heyecanı görebiliyordum.

"Seninle tanışmadan önce her hafta Metropolitan ya da MoMA'ya giderdim." Bu ikisine gitmeden ölmeyin.

"Aman Tanrım. Kesinlikle beraber de gitmeliyiz. Aman Tanrım. Aman Tanrım, pekala." Onu öpmeme ramak kalmıştı. Yeter artık. "Müzik mi, resim mi?"

"İkisi bir arada daha güzel." Durdum. Hayır, onu söylememeliyim hayı- "Ben müzik, sen de resim." Tamam, peki. Söyledim. Ne kadar da arkadaşça bir konuşma.

"Sana durmanı söyledim." Parmağını dudaklarının önüne koyup "Şşşşş." dedi. Sonra da beni tutup kucağına yatırdı. İster inanın ister inanmayın, Jean'in bu kadar yakınında olmak (bunun bir seviye üstü Jean'in ve benim, ceketimin içinde öpüşmemizdi) dünyanın en rahatlatıcı ve huzurlu şeyi.

"İlk aldığın albüm?" dedi bardağı eline alırken.

Hiç düşünmeden cevap verdim. "The Beatles, Yellow Submarine. Ama ilk albümümü babam vermişti. Elvis. King Creole." Yüzüne uzanıp onu kendime çekmeyi engellemeye çalışırken iç çektim. "Chesire'deki evimizdeki dolabımın ikinci rafında duruyor."

Ellini saçlarımın arasında geçirdi. Kahve kokusuyla şampuanımın kokusu birbirine karıştı.

Sonra Jean "Seninle tanıştığıma çok memnunum." deyip güldü. Gülerken başını eğip bana baktı. Galiba böyle hissetmem doğru değil. Ben ona bakarken ondan başka her yer bulanıklaşıyorken değil. "Her ne kadar normal bir karşılaşma olmasa da."

"Ben de Jean." Sonra doğrulup oturdum ve alnını öptüm. Yeterince sabretmiştim.

Kulağına fısıldadım. "Sence Judd Nelson iyi miydi yoksa John Bender'ı John Cusack mi oynamalıydı?" Cevabını zaten biliyordum ama yine de tepkisinin ne olacağını merak ettiğimden sordum.

Kafasını aniden bana çevirdi ve gözlerini kocaman açıp bana baktı. Ve o arada gözleri suratımı incelerken birkaç milisaniye dudaklarımda kaldı sonra tekrar gözlerime odaklandı.

"Bu soru dünyanın en zor sorusu ama John Cusack diyorum." dedi bir nefeste.

Elimi yukarı kaldırıp Judd Nelson'ın klasikleşmiş hareketini yaptım ve kolumu Jean'e sardım. "Affedildin."

harry'nin bütün bu halleri bana the age of adaline'daki ellis'i hatırlattı feelstan ölücem fanboy halleri hoş değil

eLLIS LANET OLASI

YA KİTAPLARI ÇİÇEK DİYE GETİRİYO BEN NE YAPSAM kafAMu NEREYA VURDSAM

neyse iyi günler

showerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin