[bu kurgudaki mekan, zaman ve kişiler tamamen hayal ürünü olup; gerçeklikle hiçbir bağlantısı yoktur.]
Sene 1856
Ulusal güçlerin etkisi altında kalmış bir ülke, Kore. Dönemin şartları gelişmelerine imkan vermemekle beraber, sömürge ülkesi haline getirmişti Kore'yi. Amerika Asya kıtasını ele geçirmek için savaş başlatmış, ilk hedefi ise Güney Kore olmuştu. Başkan Kim Seok Woo ülkesini yabancı güçlerden koruyabilmek için ülkenin dört bir yanında bir bildirge yayınlamıştı. "Yaşı yirmiden büyük, eli silah tutabilecek her erkek vazifesini yapmak üzere orduya teslim olsun." Ülkede kırmızı kod alarmı verilmiş, herkes savaş için tetikte olmaya başlamıştı.
Korku. Kaybetmekten, acı çekmekten, gözleri önünde sevdiklerine zarar gelecek olmasından, ölmekten korkan bir halk vardı karşılarında. Güçsüzlerdi ve Amerika'ya karşı bir zafer elde edemeyeceklerinden eminlerdi. Bu yüzden huzurlu bir şekilde evlerinde ölmek onlara göre cephede ölmekten daha iyiydi. Gençler savaşmak istemiyordu. Zayıf bünyeleri ölmeyi kabullenmişti bile.
O belki de ölmeyi kabul etmeyen ama savaşmak istemeyen tek kişiydi. Bir an olsun geri durmak istemiyordu. Ülkesini korumak istiyor fakat aynı zamanda bundan kaçmak istiyordu. Oldukça cılız, korkak ve işe yaramazın tekiydi her zaman. Okulunda inek öğrenci olarak bilinen, kavgalarda dayak yiyen ve suçu ona atılan oldukça zavallı bir gençti. Christopher.
İmkanı olsa cephede olmaktan gurur duyardı fakat evinde oturup savaşın bitmesini istemekten başka bir şey yapmıyordu. Zayıftı. Ailesinden uzakta yapamazdı. Her sabah küçük kız kardeşi onu uyandırmadan uyanamazdı. Annesinin pirinç keklerini ağzına doldurup erkek kardeşini güldürmeden günü aydınlanamazdı. Zayıftı, çok zayıftı.
Kapının sesiyle kitabını kapatıp ayağa kalktı. Onun için gelmişlerdi. Her evden gençleri toplayıp eğitim kampına götürüyorlardı. Bir süre eğitim gördükten sonra onları sıcak savaş hattına götüreceklerdi. Christopher ise bunu istemiyordu.
Ürkekçe baktı kapıdaki askerlere. "Bizimle geliyorsun." itiraz etmedi, edemezdi. Kafasını sallayıp annesiyle ve kardeşleriyle vedalaştı. "Her şey bitecek ve geri döneceğim."
Annesi ağlamaya başladığında ellerini annesinin yanaklarına yerleştirip gözyaşlarını sildi. "Ağlama. Kısa sürecek. Söz veriyorum."
"Söz verme Chris. Sen sözünü tutamazsın."
Christopher acıyla gülümsedi. "Bu kez tutacağım. Tamam mı?" annesi oğluyla son kez görüşüyormuş gibi vedalaştı. Anne yüreği hissederdi, oğlu geri dönmeyecekti.
Çantasına koyduğu üç beş parça kıyafet ile çıktı dışarı. Askerler onu kamyonun kasasına doğru yönlendirdi. Kendi gibi bir sürü genç vardı, umutsuz bakışlarla onu izleyen. "Selam."
"Ölmeye gidiyoruz ve selam mı veriyorsun?"
Christopher olay çıksın istemiyordu, kavga etmek istemiyordu. Bu yüzden sessizce kafasını önüne eğdi. "Özür dilerim."
"Ezik." dönüp ona bakmadan kafasını çevirip ağaçları seyretti. On yaşındayken ismini kazıdığı ağaca baktı son kez.
"Adın ne?"
Sesin geldiği yöne baktı. Kumral, kahverengi gözlü, küçük burnu ve çarpık dudakları olan bir çocuk ile karşılaştı. "Christopher. Senin?"
Önüne dönüp ellerini dizine doladı. "Rhino."
Başka bir şeyden bahsetmediler. İkisi de kampa gelene kadar sustu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RUN : HE'S CHRİSTOPHER!
FantasíaBu hikayedeki tüm kurum ve kuruluşlar, mekan, zaman ve buna dahil olan her şey hayal ürünüdür. Gerçeklikle hiçbir alakası yoktur. Sene 1850. Kore büyük bir işgal altındayken hükümet savaşmak için yirmi yaşını geçen genç ve sağlıklı erkekleri toplar...