"Mesajında ne diyor?"
"Geri sayım başladı. Boom."
"Sıradan."
"Yedi kişi öldü. Sekiz sen dokuz ben dersek, geriye bulmamız gereken sekiz kişi daha var."
"Seninde mi peşinde?" önüne geçip onu durdurdum. Elbette bunu biliyordum ama o bunu bildiğimden habersizdi.
"Öyle. Ama merak etme. Onu bulacağım ve parmaklıklar arkasına tıkacağım."
Yanımdan geçip giderken ellerimi cebimden çıkardım. "Umarım."
~
Artık o polisler beni yakından izlemiyor olsa da hala Minho'nun evinde kalıyordum. Aracıma acil durum çipi yerleştirmiş gittiğim her yerde beni takip etmesi dışında kendimi rahatsız hissettiğim bir durum yoktu. Katil benken korkacak hiçbir şeyim olmadığı için de rahattım.
"Dokuzuncu kişi hakkında konuşalım."
"Park Min Gi. Fakat şunu söylemem lazım ki adam bu hayatında melekten farksız. Üstelik baba olmak üzere. Karısına iyi davranıyor ve yakında bir erkek çocukları olacak."
Elimde sıktığım küçük topu fırlattım. "Ne yapabilirim Mina? Bu geçmiş hayatında yaptığı hatanın üzerini örtmeye yeter mi?"
"Chris, bu kez durmalısın."
Ayağa kalkıp sandalyemi geriye doğru ittim. "Asla! Bana sakın durmam gerektiğini söyleme Mina! Onlar o silahı ateşlerken durmadı aksine eğlendiler!"
Kapıya doğru yürüyüp sertçe açtım. "Kimseye acımayacağım."
"İçinde hapsettiğin küçük Christopher'ı öldürdüğünün farkında mısın?"
Durdum. Haklıydı. Christopher Bang ölmüştü. Onu öldürmüştüm. O bunları yapmazdı.
"Christopher on yedi kurşunla o gün öldü zaten. O gün onu öldürdüler ve ben de onları öldüreceğim. Kendim için olmasa bile ailem için."
Benim katilim olsalar bile ailem de dağılmış, paramparça olmuştu onlar yüzünden.
Bu kez onlar da bu hissi tadacaktı.
~
Yürüyerek geldiğim sahil kenarında Mingi ve karısını izliyordum. Karısına çiçek almış sonra da yemesi için pamuk şeker satın almıştı. Gülüşüp duruyorlar ve sarılarak manzarayı seyrediyorlardı.
Bir kaç dakika sonra daha yaşlı bir kadın gelip Mingi'nin karısına sarılıp beraber uzaklaştılar. Mingi tek başına bankta oturmaya devam ederken yavaşça yanına yaklaşıp banka oturdum. Beni görse bile hiç hareket etmemiş, arkasına yaslanarak oturmasına devam etmişti.
"Giden eşin miydi?" ona doğru döndüm. Gülümsedi.
"Evet, çocuğumun annesi. Güzel karım benim." tıpkı onun gibi gülümsedim.
"İkiniz adına çok sevindim. Çok yakışıyorsunuz."
"Ahh, teşekkür ederim. Beni utandırdınız."
"Çocuğunuz kız mı erkek mi?"
"Erkek. Yedi aylık bir erkek çocuğu. Doğuma çok az kaldı." heyecanla öne doğru atıldı. "Bu hissi tarif edemem... Oğlum olacak, hala rüya gibi."
"Adını düşündünüz mü?"
"Hayır hala düşünmedik."
"Bence Bang Chan olmalı."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RUN : HE'S CHRİSTOPHER!
FantasyBu hikayedeki tüm kurum ve kuruluşlar, mekan, zaman ve buna dahil olan her şey hayal ürünüdür. Gerçeklikle hiçbir alakası yoktur. Sene 1850. Kore büyük bir işgal altındayken hükümet savaşmak için yirmi yaşını geçen genç ve sağlıklı erkekleri toplar...