Bölüm 1: Mete Han

374 72 44
                                    

Ruhu bedeninin derinliklerine üflendiği günden beri hiç bu kadar zayıf hissetmemişti kendisini. Hiç bu kadar çaresiz veya umutsuz hissettiğini de hatırlamıyordu.

Yüzyıllardır mücadele etmenin verdiği yorgunluk sırtına yüklenmişken vücudunun üçte biri uzunluğundaki kuyruğundan bir insan elinin yaklaşık 6-7 katı olan patilerine kadar yorgun hissediyordu. Dev patilerini hareket ettirmek bile zorlaşmış, külfet haline gelmişti. Ne eskisi gibi olanca gücüyle koşmak istiyordu, ne de ciğerlerindeki tüm havayı tüketene kadar ulumak içinden geliyordu.

İnsanoğlu gibi ömrü zamanın iki dudağı arasına sıkışmış olmamasına karşın onun da bir sonu vardı. Ruhunun en derinlerinde bunu hissedebiliyordu.

Varoluşunun en başından beri insanlara kendi istemedikçe görünmez olan Gökbörü, Türk ulusu ile ilgili yaşadığı ve öğrendiği hemen herşeyi dün gibi hatırlamasına rağmen kendi hayatı ona dilden dile dolanmış eski bir masal gibi geliyordu.

Henüz bir yavruyken ona hayatı öğreten anne ve babasını hatırlayamıyordu. Aslında ona hayatı öğrettiler mi yoksa yumurtasından çıktığı andan itibaren tek başına olan deniz kaplumbağası gibi onu yalnız mı bıraktıklarından emin olamıyordu.

Onlar da kendisi gibi uzun mu yaşadı yoksa sadece kendisi mi böylesine bir kadere seçilmişti, bilemiyordu. Ne onlarla beraber geçirdiği zamana vakıftı ne de birlikte harcadıkları ömre. Belki de hiç beraber vakit geçirmediklerini de düşünmüyor değildi veya hiç var olmadıklarını. Belki de ben Tanrı tarafından dünyaya gönderildim ve bu sebeple bir ailem hiç olmadı diye de geçiriyordu kafasından.

Eskiden anne ve babasının gecenin karanlığını yırtan ulumalarını hissedebiliyordu. Onların sesini hatırlayabildiğinden değil, bir histi bu sadece. Her dolunay, belki onların sesini bir kez daha duyarım umuduyla tıpkı onlar gibi karanlığın derinliklerine doğru uluyordu.

Dünyaya ilk gözlerini açtığında masmavi olan gözleri zamanla sararmış, ilk renginden eser kalmamıştı. Artık kendisi bile zar zor hatırlıyordu henüz yavruyken Sibirya'nın buz gibi nehirlerinden su içerken yansıyan gözlerinin rengini. Belki de hep sarıydı diye de düşünmüyor değildi.

Ergenekon'da Türklerle ilk kez etkileşime geçişinden önceki hayatını hatırlayamıyordu. İlk kez onlara Ergenekon'dan tek çıkış yolu olan ve yetişkin bir insanın geçebileceğinden daha dar patikanın genişletilebileceğini gösterirken insanlara görünür kılmıştı kendisini.

Onlar da artan nüfusa artık yetemeyen bu vadiden kurtulmanın yolunu ararken Gökbörü'nün gösterdiği çılgın fikre kapılıp patikayı bir at arabası kadar genişletmek için günlerce bu demir dağını yaktılar. Alevlerden oluşan duman tüm göğü kaplayıp uzun zaman güneşi ardına sakladı. Ancak nihayetinde patika açılıp Türkler Ergenekon'dan çıkmaya başladığında Gökbörü kendisini tekrar bilinmezlik gizeminin derinliklerine gömdü.

Nasıl ve neden oraya gittiğini ve çözümü nerden bildiğini ise kendine defalarca sormasına rağmen tatmin edici bir cevaba ulaşamadı.

Ne o gün oraya nasıl gittiğini biliyordu ne de öncesinde kim olduğunu. Zaman zaman kendisine bu uzun ömrü veren Tanrı'nın bir şekilde beynin o kısmına erişimini engellediğini düşünüyordu. Kimi zamansa bu hafıza sorununun insanoğlunun bebeklik zamanlarını hatırlayamaması gibi son derece doğal akışa uygun olduğuna kendini inandırıp kafasının derinliklerindeki soruyu doyuruyordu. Son zamanlarda da yaşlandığı ve daha fenası unutulduğu için benliğinin ondan saklandığını hissediyordu.

Kendisi istemedikçe ne dev cüssesi görülebiliyor, ne de gür sesi duyulabiliyor olması, yaklaşık 3.5 metre boyunda ve 450 kilo olan Gökbörü'ye -Türk ırkıyla yolu kesişmeden öncelerden hatırlayabildiği birkaç anıdan biri- gülünç geliyordu. Benim gibi dev bir yaratığı nasıl göremezler diye kendi kendine gülüyordu.

GökbörüHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin