Ceketimi üzerime geçirirken hem öfkeden hem de kalbimdeki ağırlıktan çıldırmak üzereydim. Ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama Burak'a zarar vermiş olması buna daha fazla katlanamayacağımın en büyük tetikleyicisiydi.
Bana söz vermişti. Kız kardeşimin, annemin üzerine, Burak'a direkt olarak hiçbir zarar vermeyeceğine dair ant içmişti. Yemin etmişti ulan, hangi kitapta karısının kızının üzerine yemin edip o yeminden dönmek yazıyordu? Kafayı yememek için kendimi zor tutuyordum, o herifi ellerimle gebertmek hiç de kötü bir fikir gibi gelmiyordu. Burak'a bir kez zarar vermeye kalktığında tekrarlanmayacağına dair yemin etmişti ve şimdi, sevdiğim adam, uğruna ölüp ölüp dirildiğim adam benim yüzümden fiziksel şiddet görmüştü.
Yüreğim ona kırgın değildi. Nasıl olabilirdi ki, haklıydı. Benim yüzümden onca şey yaşamıştı, benim yüzümden az kalsın üzerine bir cinayet kalacaktı ve yine benim yüzümden belki de babasından yemediği dayağı yemişti. Benden nefret etmekte de haklıydı, benim ondan uzak durmamı istemekte de.
Ortadaki tek sorun ben de değildim bunu biliyordum. Benim sevgim de sorun değildi, sorun homofobiydi. Sorun, sevginin bedenini umursayan insanlardı. Sorun, yüreğimizi kime açacağımıza karar veren toplumdaydı. Sorun bize bir kimlik yaratan, bizi tek tipleştirmeye çalışan, sevgiden zerre anlamayıp sevgiyi yaşla, bedenle, cinsiyetle sınırlayan her kişi ve kalıptaydı. Kendisi gibi olmayanı hor gören, ona dünyayı dar eden sikik zihniyetteydi bütün sorun. Bu yüzden ne bunu Burak'a veya onun sözlerine biçebilirdim, ne de kendi sevgime.
Hatta işin aslı en masum olanlar onlardı.
Başımdaki ağrıyı umursamadan salondan çıktım. Kapıya ulaştığımda bütün uzuvlarımda gezinen şey öfkeydi, hırstı. Bana bunu yaşatan o adamdan almam gereken bir intikam vardı. Sevdiğim adama dokunmaması gerektiğini öğretecektim. Damarlarımda gezen kan alev alev yanıyor, şakaklarım sinirden atıyordu. Bana yapacağı hiçbir şey gözüme gelmiyordu, tek düşündüğüm Burak'ın canını yakmış olmasıydı.
Sinirle kapıyı açtım ama daha adım atamadan bir bedene çarptım. Tam küfür edecektim ki, başımı yerden kaldırıp çarptığım kişiye bakmamla yutkunmam bir ve dilimin ucundaki küfürleri yutmam bir oldu.
E bunun burada ne işi vardı?
"Nereye?" diye sorduğunda dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerine baktım.
Yutkunarak kahverengilerindeki duygulardan uzaklaşmaya çalıştım ama nafileydi. Bir kez onlara gözüm değdi mi, kendimi çekmek o kadar zordu ki. Yıllardır hep böyle olmuştu, ne zaman gözlerine değse gözlerim asla kaçmak kolay olmuyordu. Öyle derinlere çekiyordu ki, beni görmeyen bakışlarına rağmen yanmadan edemiyordum.
Şimdi ise gözleri saf öfkenin tohumlarıyla parlıyordu. Yeşillerime meydan okurcasına büyük bir öfkeyle değiyordu gözleri ve bu benim elimi ayağıma doluyordu. Bu kadar öfkeli olmasına dayanamıyordum artık. Gözlerindeki öfke o kadar canımı yakıyordu ki, bunun ne kadar acı verdiğini, beni ne denli yaraladığını bilse; insan insana bunu yapar mı diye kendisini sorgulardı.
"Babamın yanına," dedim hafif bir boğaz temizleme işleminden sonra.
Sol elini omzuma koyup beni içeri ittiğinde ona karşı gelmedim, ki gelecek kadar güçlü bir iradeye de sahip değildim. Zayıflığım bir tek onaydı zaten onun dışında hiçbir şey beni bu kadar güçsüz hissettirmiyordu. Benden kısaydı, bana göre daha az iriydi ve buna rağmen ben, beni dövmesine bile ses etmemiştim.
"Salak salak iş yapma, geç içeri konuşacağız," diye homurdandı.
İçeri girip kapıyı kapatırken onu izliyordum. Kolumdaki alçı bile hâlâ duruyorken benim kalkıp babama gitmem de saçmaydı zaten ama başka bir seçeneğim de yoktu. Yazdığı mesajlardan sonra nasıl evde oturabilirdim ki anasını satayım.