anadolu'dan otuz fersah

236 27 107
                                    


1905

II


küçük kız, uzun saçlarını tarayıp şekillendiriyordu. geometri biter bitmez dersliklerinden apar topar çıkmış, geçen gece seçtiği kıyafeti giyinmişti. gene fazlasıyla sade, bir sultana yakışmayacak kadar basit görünüyordu aslında; her ne kadar en güzel elbisesini iyi muhafaza etmişse de renginin sıradanlığına ve şekilsiz tasarımına elinden bir şey gelmiyordu. en azından solmuş gitmiş diğer kıyafetlerime nazaran daha sunulabilir gözüküyorum, diye içinden geçirdi. böyle anlarda kendini hep teselli ararken bulmuştu.

doğrusu, her ne kadar misafir gelecek diye hazırlansa da onların önüne çıkmayacağının bilincindeydi. babaları misafir ülkelerin, çocuklarını görmesine izin vermez; sadece ve sadece yanlarında varislerini de getirmişlerse toplantı bitinceye kadar oğlanlarıyla oynamasına müsaade ederdi. yani, en iyi ihtimalde bile küçük kızın görünmek gibi bir seçeneği yoktu. ancak bu baskıcı şeraitler altında da olsa tamamen sağır ve kör davranması gerekmiyordu, belki misafirlere görünemezdi ama onları izleyebilirdi. önceki ziyaretlerde oğlanların oynadığı odanın perdeyle ayrıldığını keşfetmişti. sıkışık ve karanlık denecek kadar loş aydınlatmalı olan perde arkası, aslında sultanların girmeye teşvik edilmediği bir alandı. ve gerçekten de çocukların neredeyse hiçbiri oraya girmiyordu, tabii, küçük kızı saymazsak. 

küçük kız saç fırçasını bıraktı ve kapıya doğru gitti, uzak diyarlardan gelen bu misafiri çok merak ediyordu! ayak seslerinin duyulmamasına özen göstererek, gizlice, zaten artık yerlerini ezbere bildiği gardiyanların olduğu holleri atlayarak genişçe salona girdi. halının şeklini bozmamaya dikkat ederek perdenin arkasına saklandı. ağabeylerinin birazdan buraya geleceğini biliyordu.

bir süre sonra kapı açıldı ve ayak sesleri duyuldu. eğer kızcağız tahmininde haklıysa dört kişiden fazla değillerdi. kalın perdeden her ne kadar kendisi gözükmese de ne yazık ki karşı tarafı da görebiliyor değildi.

"evet," sesinden istanbul'u hemencecik tanıdı, "baya küçük gözüküyorsun. kaç yaşındasın ki?"

"kasımda on bir olacağım." ülkelerin ortak dilini konuşsa da biraz zorlanıyor gibiydi, "aramızda çok yaş yok sanırsam ama size kıyasla biraz tıfıl kaldım."

"buna şüphe yok." diye söze girdi türkçülük, "zaten siz batılılar hiçbir zaman bizim kudretimize ulaşamazsınız." 

misafirle yaşıt olduğuna mı şaşırsa ağabeyinin küstah sözlerine mi şaşırsa emin olamayan küçük kız, sanki perdenin öbür ucunda yaşananları görebilirmiş gibi iyice engele yaklaştı. orada olmak, söze atlamak ve fikir beyan etmek istiyordu; bunların hiçbirini yapamayacağını bile bile.

"tamam, bu kadar yeter." diye ortalığı yatıştırmaya çalıştı istanbul, "islamcılık, türkçülük'ü de alıp dışarı çıkar mısın? buluşmanın geri kalanına katılmanız gerekmiyor."

küçük kız, ağabeyi türkçülük'ü tanır ve az çok severdi. babalarının sinirini miras edinmesine karşılık fikirleri genel olarak uyuşuyor, hatta bazen birbirlerini destekliyordu. ancak buna rağmen, onun hayalperest ve sinirli yapısı iyi anlaşmalarına hep engel olmuştu. islamcılık ise bambaşka bir konuydu. eğer günün birinde ağabeyiyle yalnız kalırsa, ki babasının her geçen gün eksilen kudretine bakılırsa bu çok da uzak değildi, onun kendisini boğacağından emindi. bu yüzden ikilinin bu cömert teklifi kabul edeceğini düşündü. gerçekten de aklından geçirdiği gibi, ağabeyleri kısa bir süre sonra odayı terk ettiler. 

göç mevsimi || chHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin