iki bölüm sonra osmanlı'nın ağzından bir bölüm okuyacaksınız, o enfes bölümü yazabilmek için öyle hevesliyim ki! keşke çabucak yazabilsem bunu ve öteki bölümü.1915 sonu
XXVIII
pişmiş ceset kokuları yavaş yavaş topraktan yükselirken ufukta bir yerde, kurumaya yüz tutmuş bir lalenin üstünden iki yıldız kaydı. bunlardan ilkini lütuf diye adlandıran halk, ikinci yıldızın varlığıyla endişeye düştüler ve ardı ardına göğe payidar olmalarını, ötede bekleyen bereketin kısa ömürlü olmasına yordular. şayet bu denli karamsar olmasalar ve biraz daha ileriyi görebilseydiler, bollaşan hasatı ve yeniden ötmeye başlayan kırlangıçları fark edebilirlerdi. ancak bu diyardaki diğer pek çok şey gibi, ayaklarının altında olanları da fark edemediler.
ağustosun son günleriydi. öncesinde tekketepe ve kireçtepede bozguna uğrayan müttefik ordusu, bir fitneliğin peşinde koştuklarını haber etmek ister gibi usul usul cephelerinde bekliyordu. ara sıra küçük adımlar atmaya, ilerlemeye çalışmışsalar da çabaları kısa sürmüş ve ateş altında kaldıktan sonra güneşi arkalarına almadan muzaffer olamayacaklarına karar vermişlerdi. lakin bu sükûnetin arkasındaki emeli pekâlâ bilen komutan, gün doğar doğmaz gerideki osmanlı ihtiyatlarını öne çekmiş ve erlerine, müttefikler kılını dahi kıpırdatsa ateş etmelerini emretmişti. üstelik yaratan tarafını belli ediyor olacaktı ki ovadan yükselen hafif bir sis, osmanlı siperlerinin üstünü bir battaniye gibi kapatmış ve taarruza hazırlanan düşman ordusunun namlularının nişanıyla oynamıştı. her şey ak-kızıl ordunun lehine işliyordu.
anayurdun erlerinin ne denli bir üstünlüğe sahip olduğunu pek geç fark eden müttefiklerin generali bay hamilton, türkleri gafil avlama umuduyla taarruzu iki koldan başlattı. asıl savaşın döndüğü ve türkiye'nin yer aldığı ismailoğulları tepesi; başta 34. tugay, yanında da 32 ve 33. tugay ile büyük bir harbe girişti. taarruzun ikinci kolunu oluşturan, şayet aksiliklerle karşılaşmasaydı ismailoğulları tepesi ile aynı vakitte cenge girecek bomba tepesi ise kısmen kısa bir ateşten geçti ancak osmanlı birliklerinin sağ kanadını kapatamadıkları için büyük bir mağlubiyet yaşadı. iki tepenin arasında kalmış yusufçuk tepe ise irlandalardan oluşan 87. taburun altında ezildi lakin tabur tepenin diğer yamacına ulaşır ulaşmaz anafartalar sırtından devasa bir çığlık koptu, yoğun ateş altında kalan tabur da hâliyle daha fazla dayanamayıp batıya çekildi.
güneş tepenin arkasına saklanmış, yerini aya bırakırken kimin galip geldiğini bilmek için sayım yapmaya gerek yoktu. müttefikler utanç verici bir mağlubiyet yaşamış ve onca ölümden sonra arkada bırakabildikleri birkaç diri subay da geri çekilmeyi dilemek için komutanlarının eteklerinde bitmişti. ancak bu, anayurdun ordusunda kayıp yok demek değildi.
türkiye, çamura bulanmış çehresini göğe kaldırdı ve kazım işini bitirinceye kadar kolunu sabit tuttu. gün boyunca birkaç er üstüne çıkmış, yırtık çizmeleriyle sırtını ezip düşman cephesini nişan almışlardı. azıcık bir gururu varsa da harbin gereklilikleri genç kızı törpülemeyi bilmiş; silahın keskin uçlarıyla kollarını kesmiş, simasını çamura boyamış ve sırtında çirkin çürükler bırakmıştı. lakin genç kız şikâyetçi değildi. kazım, ikisine yetecek kadar lanet okumuştu zaten.
"keşke o vakit yanınızda olsaydım, hanımım." genç kızın kollarını iyice sardığından emin olur olmaz cebinden bir mendil çıkardı ve çehresine bulaşmış çamuru temizledi, "fakat bir noktada da sevinmiyor değilim. cihan harbinin başından beri bu devlet, değil gitmediğim adını dahi duymadığım illere cephe açtı. lakin içlerinden sadece biri muzaffer olabildi, o da sizin bizzat savaştığınız bu harp."
"peki, güney cephesi? iyi haberler aldığımızı söylemiştin." kazım'ın yüzünde sevecen bir tebessüm yer edindi, "halil paşa'dan şöyle bir duyuru işittim: ordum gerek kut karşısında ve gerekse kut'u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve 10 bin erini şehit vermiştir. fakat buna karşılık bugün kut'ta 13 general, 481 subay ve 13 bin 300 er teslim alıyorum. bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen ingiliz kuvvetleri de 30 bin zayiat vererek geri dönmüşlerdir. şu iki farka bakılınca, cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. işte osmanlı sebatının ingiliz inadını kırdığı birinci zaferi çanakkale'de, ikinci zaferi burada görüyoruz."
şaşkın gözlerle kazım'ı seyreden genç kız, sevinç nidasına benzer bir ses çıkardı ve karşısındaki adama sıkıca sarıldı. kötü haber işitmeye öylesine alışmıştı ki bu güzel haberi yadırgamadan edememiş, sevinçten zıplamamak için kendini zor tutmuştu.
"son cümlemi iyi işittiniz mi hanımım?" kazım kıkırdayıp genç kızın saçlarını okşadı, "zaferleriniz yurdun dört bir yanında harp ile boğuşan erlere umut veriyor, onlara ihtiyacı olan cesareti aşılıyor. görünen o ki allah, çoktan devletin başına geçecek olan veliahtı seçmiş."
genç kız 'veliaht' sözünü duyar duymaz duraksadı ve kendini kazım'ın kollarından kurtardı. adamcağız sözlerinde haksız değildi. garplıların aksine osmanlı tahtında bir sıralama yoktu, en büyük kardeşin ne kadar hakkı varsa sultanın son çocuğunun da o kadar hakkı vardı. ancak genç kız bırakın varis olmayı, kendisine prenses denildiği o günleri bile zar zor hatırlıyordu. üstelik oğlan çocuğu da değildi. ancak ve ancak bir şehzade, sultanın oğlu, halkın gözünde meşru olabilirdi.
"o ağabeyimin hakkı." diye itiraz etti genç kız, "ne tür bir kız kardeş, ağabeyinin hakkını gasp eder?"
bu sefer duraksayan kazım olmuştu. genç kızın böyle bir şey söylemesini beklemediği barizdi.
"artık ortada hak diye bir şey yok, hanımım." yüzünden neler hissettiği okunamıyordu, "ağabeyinizin bir vakit sahip olduğu ayrıcalık, yaptığı kardeş katliamı ile sona geldi. adil bir müsabakadan korkarak ağabeylerinizin infazına ses etmedi ve meclisin kulu olduğunu apaçık bir şekilde ortaya koydu. sanırsam şu an oturduğunuz yeri geçmiş hayatınızdaki saray sofrasına benzettiniz ancak doğduğunuz köşkten pek hayli uzak olduğumuz gibi, üstünüze çektiğiniz örtü de kurtlar sofrasına ait. herhalde siz ve idealleriniz için yaşamını tehlikeye atan onca paşayı yalnız bırakmayı, sırf bir zamanlar ağabeyiniz idi diye o kardeş katiline merhamet etmeyi düşünmüyorsunuzdur?"
genç kız, cevap vermedi. gözleri, yaralıları ve dökülen malzemeleri toplamakla meşgul olan düşman askerlerine döndü. genç kızdan bir cevap alamayacağını fark eden kazım, bir süre daha orada oyalandı ve çadırına çekildi. hassaten akşamüstü genç kızı yalnız bırakmaktan kaçınsa da sessizliğe ihtiyacı olduğunu biliyordu. sabahleyin ilk iş onun yanına dönecekti.
"harp sona eriyor." diye bir ses duydu genç kız, sesin kimden geldiğini bilmek için arkasını dönmesine gerek yoktu.
"evet." konuşmaya pek hevesli değildi, aklı kazım'ın sözlerinde kalmıştı.
"bu cephe kapanınca terfi için başkente çağrılacağım ama ondan önce batıdaki son illerimizde halletmem gereken işler var." düşman cephesini izleyen kişi sayısı ikiye çıkmıştı, "siz nereye gideceksiniz?"
"bilmiyorum." genç kız gerektiğinden daha dürüst bir cevap verdi ve önceki sessizliğinin yaverini kırdığına dair yanlış bir kanıya kapıldı, "doğrusu, harpten canlı çıkacağımı umut etmemiştim. dolayısıyla da öyle planlar kurmuş değilim. lakin pek bir seçeneğim yok: başkente dönecek, birikimlerimle bir pansiyona yerleşecek ve kendime çalışabileceğim bir dükkân arayacağım. şayet yaratan beni az çok seviyorsa karnımı doyuracak kadar kazanmama da müsaade eder."
"peki, siyaset? devam etmeyecek misiniz?" yanındaki adamın sesi ilk defa telaşlıydı. genç kızın davadan elini çekebilecek olması ihtimali bile kanını dondurmuş, endişeye kapılmasına sebep olmuştu.
"öyle bir seçeneğim yok. bir kız evladı, eş yahut ana olmak için doğmadım." bu sefer iç çeken genç kızdı, "bu devlet, sahip olabileceğim tek aile."
türkiye'yi çok seviyorum :(( bölümü beğendiniz mi? tekrardan başkente dönüyoruz!!!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
göç mevsimi || ch
General Fictionbirinci dünya savaşı/erken cumhuriyet dönemi fici. türkiye odaklı. 1904-1923.