araplar ve türkler

69 7 4
                                    




1917 martı



XXXI


üç tank, ingiliz gazeteleri bütün hafta bu manşeti kullanacaktı: cemal, izzet, von kressenstein ve istanbul hükûmeti'nin imha edilmiş, ters dönmüş mark-ı tankının önünde sırıttığı o fotoğraf... o öğlen büyük bir harbin muzafferi olmuştular, neden gülmeyeceklerdi ki? işte, gazze-beerşaba hattı ikinci harbini böyle kapattı. ilk gazze harbi ingilizlerin diplomatik fiyaskosuyla osmanlı lehine sonuçlanmışsa da ikinci harp, başkentten ta bu arap çöllerine gelen halefinin de yardımıyla, sırf er gücü ve taktiklerle kazanılmıştı. ilk harbi mağlubiyet ile sonlanmasına karşın istanbul; babasının düştüğü hataya düşmeyerek inadını ve gururunu kenara bırakmış, arap çölüne bir sultan olarak değil bir komutan olarak gelmişti. osmanlı'nın oğlu, demiştiler ona. vaktinde babasından o kadar dayak yemiş, idamla tehdit edilmiş bir oğlan için komik olsa gerekti bu söylenceler. ancak istanbul, hiç gülmüyordu.

dudakları kuru ve çatlak, kuzguni saçları sıcak ve nemle büzülmüş, göz altları şişik, bir vakit taşıdığı güzelliğin tanesinden bile mahrum bir hâlde masanın başına dikilmiş istanbul; çadırın öbür ucunda dikilen generallerinden haber bekliyor, muhabereden galip ayrılmalarına rağmen ne diye böyle sıkıntılı baktıklarını anlamaya çalışıyordu. acep kapattıkları cephelerden biri mi alevlenmişti? istanbul, gittikçe kuvvetlenen baş ağrısıyla kendini üstü harita ve belgelerle kaplı masaya yasladı. oysaki susuzluk onu böyle etkilemezdi.

"hükûmetim," ağzını açtığı gibi kuru öksürüklerle boğuşan cemal paşa, ingiliz-anzak garnizonlarının ikamet ettikleri yeri gösterip gözlerini kıstı.

"kimyasal gaz yaydıklarından şüphe ediyoruz. erlerimiz, hassaten düşman birliklerine yakın konaklayan erler, dün geceden beri öksürük ve boğaz kuruluğu ile uğraşıyorlar. ancak ingilizler, bu bölgenin havasına aşina değiller. yaydıkları gazın büyük bir kısmı çoktan akdeniz kıyılarından kıbrıs'a ilerlemeye başladı, tahminlerimiz doğruysa birkaç güne zehirlenme yaşanmadan bu hususun üstesinden geleceğiz." dedi, "lakin asıl sorun arap tebaasında yatıyor. bu sabahın erken saatlerinde arabistan'ın ingiliz kuvvetlerine katıldığına, özgürlüğü için harbe gireceğine dair bir duyum aldık."

istanbul, yanaklarını kanatacak kadar ısırdı. osmanlı'nın tebaası olmaktan o kadar bıkmış, ingilizlerin samimiyetine inanacak kadar aptallaşmış mıydı bu araplar? o deniz kokan yabancının iyiliklerini düşündükleri yanılgısına kapılmış, manda olarak bitmediği bir senaryonun olmadığını fark edemeyecek kadar akıllarını mı yitirmiştiler? hayır, bu ihanet haberi ile bir yere sinip gözyaşı dökmemişti istanbul. bilakis zihnini kaplayan tek şey güneşin üstüne sinmediği tek bir noktası dahi olmayan bu çöl ve arapların yaşamı uğruna kaybettiği binlerce eriydi; bir kurtarıcı ve bir gazi olarak geldiği bu topraklar ona böyle mi sırtını dönecek, başarı uğruna yaban topraklarda geçirdiği onca ayı böyle mi ödeyecekti? genç adam, o an babasını biraz daha iyi anladı. bu toprakların halefine öfkeden ve ıstıraptan başka bir şey sunmayacağı belliydi.

"nerede o?" genç adam bir ad zikretmese de komutanları kimden bahsettiğini anlamış, birbirlerine tedirgin bakışlar atıyorlardı. varisin kabiliyetlerini artık pekâlâ bilen komutanlar, arabistan'ın ihaneti hâlâ daha tazeyken görüşmelerine izin vermenin pek de iyi bir karar olmayacağını düşünmüş olmalıydılar. 

"kimi kimden korumaya çalışıyorsunuz?" onların bu sükûnetini pek iyi bilen istanbul, gözlerine kara bir perde çekti ve adamlarının bir sır gibi sakladıkları şerri bulmak üzere çadırdan ayrıldı. arkasından izzet ve cemal bağırmış, genç adamı yatıştırmak için bin bir türlü laf söylemişse de başarılı olamadı. istanbul, taşma noktasını çoktan geçmişti.

göç mevsimi || chHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin