nefret tohumları

176 19 31
                                    




küçük bir açıklama: şu ana kadar verdiğim takvimleri rumi takvime göre değil, miladi takvime göre verdim.

9 ay sonra, 1909 nisanı.

VI


bahar tomurcuklarını açalı çok olmamıştı ki bir balo yanı başlarında bitmiş, teşvik edici birkaç lafla genç kızı da arkasına sürüklemişti. ağabeyi istanbul'un hakkını yememeliydi, türkiye daha saraydan apar topar çıkacağını bilmezken bulgaristan ile irtibata geçmiş ve misafirliğini güvence altına almıştı. her ne kadar ağabeyinin ne dediğini bilmese de oldukça inandırıcı olmalıydı, zira geldiği günden beri gerek bulgaristan gerekse ataşeliğin geri kalanı tarafından el üstünde tutulmuş ve bir dediği ikilenmemişti. öyle ki hediye üstüne hediye aldığını söylemek abartı kaçmazdı. onca mücevher, düzinelerce kıyafet derken koca bir bohça serilmişti önüne.

türkiye, bir fişek misali cayır cayır yanan zekası sağ olsun, bütün bunların sadece ağabeyinin gayesi olmadığını görebiliyordu. aldığı armağanlar, beylerin art niyetli bakışları, bulgaristan'ın sık ziyaretleri olsun, ziyadesiyle aldığı her şeyi güzelliğine ve soyuna borçluydu. bu balkan beyleri, öncesinde genç kızı küçümsemişse de çocukluktan kopan hoş çehresi, kıvrak zekası, inci yazısı ve çoğu zaman üstü örtülen politik gücüne kapılmaya başlamışlardı. kapısında biten davetler de bunun göstergesiydi. artık osmanlı'nın kızından da öte bir gelin olarak görülüyor, kime varacağı hakkında pek çok söz söyleniyordu. çoğu basit dedikodulardan fazla olmamasına karşın sosyetenin dikkatini çekmişti olmalıydı, yoksa anavatanından gelmediği bariz olan elbisesiyle dikilip durduğu salonu nasıl anlatacaktı?

"sana kehribar pek yakışıyor." deyip tebessüm etti makedonya, "babanın emri altında yüzyıllar geçirdim, hâlâ daha emir kuluyum. inan bana, çamura ve kana bulanmış anadolu cevherini görünce tanıyacak birisi varsa bu topraklarda, o da benim."

"şüphesiz." diye karşılık verdi genç kız, "sorumu mahzur görün ancak, neden yanıma iliştiniz bu kalabalık salonda? hâlâ daha osmanlı toprağıysanız da pek selamınız olmadı şu ana kadar hiç, şimdiyse arkama takıldınız. yurttan haber mi var?"

"ses seda yok, zaten bu yüzden yanınıza geldim." iç çekti, "sultanım, olanlardan haberiniz var mı? bundan önce ağabeylerinizi yurdun dört bir yanına savuran osmanlı değilmiş gibi onları tekrardan saraya çağırdılar. size de bir mektup gelmiş diye işittim. osmanlıcılık, islamcılık... ve de siz, ne yapmayı planlıyorlar? meşrutiyeti nasıl getirdilerse şehzadeleri de öyle sessiz mi halledecekler?"

makedonya'nın kolayca hainlikle suçlanabilecek sorusu genç kızı hiç gücendirmemiş, aksine uzun vakittir aklını kurcalayan bu mesele hakkında daha da telaşlanmasına sebep olmuştu. el topraklarında efendisine yabancı düşmüş olan bu adam, pek de haksız sayılmazdı. gerçekten de başkentten bir mektup ilişmişti masasına; ağabeyinin imzasına denk gelmediği, alelacelen eve dönmesini arz eden bir mektup.

"bir fikrim yok, paşa efendi." avcundaki azıcık bilgiyi saklamakta karar kıldı türkiye, "ancak böyle konularda konuşmak doğru olmaz. bir daha bu konuyu ne siz açın ne de ben laf edeyim, şayet muhterem babam böylesini uygun görmüşse mutlaka bir hikmet vardır. cihan padişahına sual olmaz."

"cihan padişahı?" makedonya şen bir kahkaha atıp genç kızdan uzaklaştı, "peki, öyle olsun o zaman."

türkiye laf etmedi, adamın alayına bezmiş bir bakış atmakla yetindi sadece. o mektubu aldığı günden beri hiç huzurlu uyumamış, başkent sarayını cevapsız bıraktığı her geceyle başının daha da derde girdiğinden haberdar bir hâlde çözüm arayıp durmuştu. ne olursa olsun sarayın yolunu tutmamalı, babasının sıkı tutuşundan kaçınmalıydı. eğer ki buyruğu dinler, üstüne düşülen vazifeyi yaparsa ömrünün uzun olmayacağını biliyordu.

göç mevsimi || chHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin