nemrut yüzlü lodos

91 15 19
                                    




IX

1911

başkentin üstünü bir pike gibi kaplayan kuru hava; köz ve dumanla bir olmuş, şehrin her bir kapı ve penceresini inim inim inletiyordu. şayet halk, garba sırtını dönmüş yakanın buram buram yandığını bilmeseydi üstlerine bir kıyamet düştüğünü sanabilirlerdi. ancak bâb-ı ali'den yükselen dumanlar ne birinin görmezden gerebileceği kadar az ne de görünmez idi. katipler, gerçekleşen hadisenin yakınındaki esnaflar, yerli ve yabancı pek çok tüccar bu felaketin ucuna kurulmuştu; dahiliye nezareti ve sadaret kalemi dairesinden etrafa saçılan yarı yanık kağıtlar, yaralı katipler ve hâlâ daha nerede olduğunu belirleyemedikleri varis onları büyük bir telaşa sürüklüyordu.

içinde bulunduğu büyük buhrandan kurtulmak isteyen türkiye, şansa bak ki, oralardan geçiyordu. eminönü'nde balık ekmek yemiş, ev özlemini bastırmak için sarayın yakınlarındaki bir yoldan işine dönüyordu ki bâb-ı ali'den yükselen dumanları görmüştü. önce yangının nereden kaynaklandığını anlayamamışsa da kalabalığa biraz daha yaklaşınca sorunu kestirmek zor olmamıştı.

"ne oluyor burada?" diye sordu müftü beye, yanan binaya ve kovalarla taşınan onca suya yaklaşmak istemese de merakına yenik düşmüştü.

"bâb-ı ali yanıyor, hatun!" eteklerini körlenen ateşten uzak tutmaya çalışan müftü sinirle cevap verdi, "hemen git buradan yoksa seninle de ilgilenmek zorunda kalırız. zaten hükümet içeride!"

"osmanlı hazretleri mi?" farkında olmadan tırnaklarını avcuna batırdı, "yoksa istanbul mu?"

adamın dudaklarından ağabeyinin adı dökülür dökülmez bir kaplan gibi yanan binaya koştu genç kız. doğrusu, yaptıklarını tartıp ölçebileceği bir vakti olsaydı asla bu işe kalkışmazdı ancak ağabeyine duyduğu sevgiden mi can borcundan mıdır bilinmez aklını dinlemek pek zor gelmişti. 

artık kül olmuş odada yankılanan bağrışlara kulak asmayan türkiye, alevlerin kıvrak dansının arasından sıyrılıp binanın daha da derinlerine indi. sıklaşan ateşten ve artan sıcaklıktan, insanların buraya daha adım atamadıklarını tahmin etmek zor olmamıştı. lakin kendisi bir insan değildi ve her ne kadar babası öğretme zahmetine girmemişse de bu yangına dayanacak gücü olduğunu biliyordu, ne ülkeler ne de fikir-ülkeler öyle kolay ölebilirdi.

"istanbul!" türkiye eteklerini tek elinde toplayıp biraz daha ilerledi, belki kendisi öyle kolay alev almazdı ancak kıyafetleri için aynı şey söylenemezdi.

fısıltıdan farksız bir ses duydu. az ötedeki dolabın oradan geliyordu. genç kız gittikçe darlaşan yoldan dolaba dayandı ve sarsıntılardan dolabın arkasında bir kapı olduğunu anladı. yangını ne başlatmışsa, böyle şaibeli bir durumda kim diye sormak daha doğru olurdu, bunun bir kaza yahut bir hata olmadığı barizdi. birisi varisin canına kıymaya teşebbüs etmişti!

"geri çekil!" diye çığırdı genç kız. dolabı yana itecek olursa ateşleri kendi elleriyle beslemiş olacaktı, yapabileceği tek şey koca dolabı kendisine doğru -yani öne- itmekti. bir süre sonra da tırnaklarını en üstteki rafa geçirip var gücüyle aşağı çekti. yere devrilen dolap yaklaşan yangına selam çakarken genç kız onu biraz daha indirip kapıyı açtı ve açtığı gibi de içeri girip kapadı.

karşında şaşkın, bir o kadar da paniklemiş, yabancı görünümlü bir istanbul duruyordu. görüşmeyeli sakal bırakmış, kilo almıştı; türkiye şayet babasının gençliğini görebilmiş olsaydı onun da böyle görüneceğini düşünürdü.

"kardeşim? burada ne yapıyorsun?" cümlelerinin arasında sık sık öksüren istanbul, uzun süredir soluduğu bu dumandan kurtulabilirmiş gibi kafasını yukarı kaldırdı. boğulacak gibiydi.

göç mevsimi || chHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin