başkente açılan kapılar

67 9 4
                                    



1915 ortası - sonu


XXVI


güzelim memleketin bereketi, nazlı bir yâr gibi, kan ve çocuk cesetleriyle dolmuş bu topraklara gelmekten kaçınmış; bir kampçı gibi inen bahar güneşine, kuraklığa ve ele terk etmişti yurdunu. garbın attığı ilk adımdan gerilediği bayırlara kadar her gün, anasının eteklerine sarılan birer çocuk gibi dua etmişti erler. cephede nöbet tutmaktan kavrulmuş tenleri, silah taşımaktan nasır tutmuş elleri, hoşaf yahut ekmekten başka bir şey geçmeyen boğazlarındaki kuruluk, karısının koynuna dahi yatmamış, okul üniformalarındaki bin bir er; ah, anam, ah! tütün ve türkü olmasa ne olurdu bu erlerin hâli? genç kız, kuru dudaklarını ısırdı. babası nasıl olmuştu da altı asır buna dayanabilmiş, azami bir istek ve arzuyla harbe girmişti? ne vakit bir cesetle karşılaşsa bebeğini kaybetmiş bir ana gibi karnını tutar, doğurmadığı oğullarının arkasından ağıt yakardı. ta ki kazım gelinceye, onu tutup sakinleştirinceye kadar.

yine o gecelerden biriydi: genç kız, yaşıtı bir naaş ile karşılaşmış ve yanına oturup paramparça olmuş vücudunu bir araya getirmeye çabalamıştı. cesedin sağ bacağı üç yerden kopmuş, beyni etrafa dağılmış, sol kolu dilimlenmişti. genç kız da bir eli karnında diğer eli toprakta askerden geriye kalanları toplamaya çalışıyor, etrafa saçılan beynini tekrardan kafasına sokuyordu. hıçkırarak ağladığını fark etmemişti bile.

"hanımım!" kazım'ın sesi duyuldu ve bir süre sonra genç kızın omuzlarına bir palto örtüldü. adam pek ses etmeden genç kızın kafasını göğsüne gömdü ve paltonun saçlarını örttüğünden emin oldu, bir eli genç kızın kanlı bileklerini tutuyor bir eli de sırtını okşuyordu. böyle anlarda genç kızı bir bebek gibi kundaklamanın, ona yalnız olmadığını fısıldamanın kızcağızı ne denli yatıştırdığı öğreneli çok olmuştu.

"gece vakti buralarda dolanmak iyi bir fikir değil." tekrardan konuşması zaman almıştı, "ingilizler onur nedir bilmezler ve kargaşanın verdiği hazzı son damlasına kadar tüketirler. bizim gibi tunçtan yürekleri yoktur, adada yaşamak ve güneşi görememek onları insanlıktan uzaklaştırmıştır."

"onlar ingiliz değil, anzak." kızcağız paltoya iyice gömüldü, "şayet gayelerine ulaşırlarsa bize de ingiliz der mi yabancılar?"

"demire pamuk deyince demir pamuk mu olur? elbette hayır." genç kız nihayet paltodan ayrılıp adama baktı, "demiri kızgın alevlerde bükebilir, yakıp kırabilirsin ancak günün sonunda elindeki gene demir olacaktır. size yemin ederim -ki bilirsiniz ben sözümün eriyimdir- sultanım, bu halk şayet karşılarındaki siz değilseniz hiçbir devlete kul olmayacaktır. haydi, kalkın, zira duygularına esir düşmüş bir zihin beyni çürütür."

bu sözlerin ardında genç kız ayaklandı ve şişmiş gözlerini kara geceye çevirdi. ne hissederse hissetsin sonuna kadar hissetmekten, en küçük olayın bile benliğine işlemesine izin vermekten öyle bıkmıştı ki tek bir düşüncenin bile zihnine konmasından korkar olmuştu. neden hayatına devam edemiyor, bu işkenceyi çekmek zorunda kalıyordu? 

"küçüklüğümden beri hiçbir şeye sahip olmadım, duygularım dışında." genç kız içine dökerken bir yandan da kampa doğru yürüyordu, "bu yüzden olsa gerek, hissedememek nedir bilmiyorum. bazen öyle geceler geliyor ki şuracıkta ölmek daha hoş gözüküyor. oysaki ben ölümün şefkatini arayan, mutlu olmayı bilmeyen birisi değilim. bir vakit mutlu olduğuma, sevildiğime eminim. ancak bazen de ağabeyimle altına yattığımız limon ağacını, mutfaktan aşırdığım tatlıları, bana yönelik olmasa dahi babamın sevgisini öylesine özlüyorum ki ağlayasım geliyor. rüyalarımda hep o limon ağacını düşlüyorum, biliyor musun?"

göç mevsimi || chHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin