geçen bölüme yorum gelmemesi üzerine küçük bir sınır koymak istedim, sonraki bölüm yedi yorumda gelecek. umarım bölümü beğenirsiniz.XXXIII
1917 temmuzu, birkaç gün sonra.
kadıköy'ün envaiçeşit tiple dolu, kalabalık, dar sokaklarında kol kola gezinen iki kadın; vitrininde kat kat kumaşları, bin bir kalınlıkta yün ve ipliği olan bir dükkanın önünde durdular. kadınların yaşça büyüğü, su yeşili kumaşı gösterip genç kıza doğru eğildi. ilgi gösterdikleri an pala bıyıklı tüccarın fiyatı iki katına çıkaracağının farkında, dükkan sahibine çaktırmadan yanındaki hanım dostuna kumaşı göstermeye çalışıyordu.
"sana su yeşili ne yakışır ama! önce turkuaz bir şal, sonra da altın işlemeli bir elbise." etikete bakmak için cama yanaştı, "ben, kazım'a haber edeyim de dönüşte terzi beyden bu kumaşı alsın. pazar ortasında değerli eşyalarla dolaşmak akıl kârı değil."
türkiye tebessüm etti. hükûmetin kazım'ı oradan oraya koşuşturmasından mütevellit iki genç kız; köşkteki günlerini büyük bir sükûnet içinde, yapayalnız geçiriyordu. ancak türkiye için, bu yalnızlığı saime ile paylaşmak işitildiği gibi kötü değildi. sabahları beraber kahvaltı yapıyor, türkiye son mecmuayı okurken saime sofrayla ilgileniyordu; öğlen vakti ise saime elinde iki türk kahvesi ile genç kızın çalışma odasına geliyor, türkiye bir gün kuracağı cumhuriyeti tasarlarken yanı başında bekleyip örgü örüyordu. bu sakin, yer yer sevecen hayatlarındaki tek değişiklik kazım'ın geceyi evde geçirdiği günlerde gerçekleşiyordu. normalde bir tabak elmayla genç kızın kapı pervazına dikilen ve gecenin ileri saatlerine kadar hanımına eşlik eden saime, kocasının köşkte geçirdiği gecelerde erkenden odasına çekiliyordu. genç kız, o gecelerde evin sahibesini pek özlüyordu.
"hâlâ daha memleketin hanım sultanı iken ne tür elbiseler giyiyordun? enfes cevherler, inci küpeler, el işlemeli ipek elbiselerden nasiplenmişsindir eminim!" saime'nin bu sorusuyla türkiye'nin dudaklarından istemsiz bir kıkırdama döküldü, "çocukken onlardan hiç nasiplenemedim, hayır, sultan babam güzele düşmandı. lakin gençliğe ilk adımımla diğer pek çok şeye olduğu gibi dolap dizmeme de izin verildi. sağ olsun ağabeyim, istanbul hükûmeti, bana bolca altın ve mücevher verdi. büyükelçiliğe atamadan önce beni allayıp pulladılar, garplılara sefil görünmek istemiyorlardı. anlayacağın avrupa'ya büyük bir bohçayla gittim."
"oh," saime duraksadı, "bulgaristan'daki günlerine ne demeli peki? bir bey kestirmedin mi gözüne? o kadar büyük bir bohçanın tek bir sebebi olabilir."
"saçmalama, ben ancak ve ancak bir türk beyine gelin giderim!" türkiye'nin yüzü kızardı, "üstelik 'koca adaylarım' bir vakit babamın kölesi olmuş, benden ve soyumdan tiksinen, kaba mı kaba beylerdi! benden apaçık ve bariz bir şekilde nefret etmeyen beyler ise vatanın soylu adamlarından oluşuyordu. tabii ki de bir insana gelin gitmeyecektim!"
"hiç bir prensle de mi karşılaşmadın? avrupa'da çok olduklarını duymuştum."
"yani, karşılaştım tabii de..." aklına weimar'ın gelmesiyle daha da kızaran türkiye derin bir nefes aldı, "aramızda bir şey olabilmesi için zaman ve tecrübe lazımdı; ikimiz de bir vakit varisleri olacağımız ulusların himayesinde, vazifelerimizi aksatmaktan korkarak bu toyluk ve çocukluktan ayrılamazdık. nihayetinde de ayrılamadık: onunla sadece iki kere görüşebildim ve ikisi de olmamam gereken yerlerde gerçekleşti."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
göç mevsimi || ch
General Fictionbirinci dünya savaşı/erken cumhuriyet dönemi fici. türkiye odaklı. 1904-1923.