birinci perdenin sonu: harbe çeyrek kala

100 12 24
                                    




1913-1914 arası.

XV


istanbul, babasını uyandırmaktan çekinir gibi yavaşça kapıyı açtı ve içeriye geçti. yatağın yanı başına kurulmuş kardeşi girit; babalarının soğuk elini tutmuş, uyuklayan gözlerle kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu.

"zor uyudu." dedi girit, "bundan sonra daha da zor uykuya dalacak. üstelik hâlâ daha hastalığını saklama peşinde, ya öbür gün göçüp giderse? o vakit bu inadın bir anlamı kalır mıydı ki?"

osmanlı'nın bir diğer yanına da istanbul oturdu. ingilizlerin masalarına kadar gelip osmanlı'nın elindeki son kızını da, girit'i de, almaya yeltenmesiyle yaşlı adamın kayışları kopmuş ve salonun ortasında şiddetli bir cereyanla kriz geçirmişti. artık ne kıbrıs ne de girit vardı avucunda.

"bunları dert etmenin bir anlamı yok." her ne kadar samimi davranmaya çalışmışsa da sesi boğuk çıkmış ve olduğundan soğuk gözükmesine neden olmuştu, "artık ferdi olmadığın bir ailenin çilesini çekme, nihayetinde seni yurttaş olarak gören tek adam gözlerini dahi açamıyor."

girit yüzünü pencereye çevirdi. baba sancağını hiçbir vakit el toprağı diye görmemiş, bilakis anayurdu diye hep anadolu'yu saymıştı. ancak baba evinde de, garplıların yurdunda da olduğu gibi yabancı görülüyor ve hiçbir yörenin tam sahiplenemeyeceği bir evlat gibi ortada kalıyordu. gerek farklı anadan olma ağabeyi gerekse sınırlarına fitil döşemiş avrupalılar olsun, ev diyebileceği neresi varsa hepsine ılıman kaçmış ve kaçınılmaz bir yalnızlığın esiri olmuştu.

"ben bir düşman yahut yabancı değilim." dedi dolu gözlerle, "burası senin olduğu kadar benim de evim ve değil önüme binler, milyonlarca akçe sunulsa dahi atamın yurdunu bırakıp gitmeyi istemem."

girit, dudaklarını birbirine bastırıp boğazına tırmanan hıçkırığı yuttu. yetim ve öksüz, anasız ve babasız, şimdi de yurtsuz ve yabancı kalmıştı.

"merhum annem, beni bu bahtsız evlilik için doğurmuş olsa gerek! zira kanımdan olma ağabeyim beni baba yurdumdan kovuyor, biricik babam iki dünyada dolanıp dururken ben ırak topraklara yolcu oluyorum." genç kız kafasını eğip babasının eline son kez buse kondurdu, "iyi bir evlat ve abla olmayı çabaladım. şu an sana baktığımda bu vazifelerden birini yerine getiremediğimi daha iyi anlıyorum; şayet yüreğinde azıcık dahi yer edinebilmiş olsaydım, yapayalnız değilim diye kendimi avutabilir ya da yıkımın kollarına bıraktığım vatanımın talihi hakkında ümit edebilirdim. ancak ne bir ailem ne de bir yurdum kaldı."

istanbul, genç kızı avutacak bir söz sarf etmedi. öz oğulları ve kızını, venedik'ten olma kızlarından ayrı tutarak asıl nifak tohumunu osmanlı ekmişti. bunun hesabını da, ziyadesiyle, eski eşinin kızları ödüyordu.


XVI


türkiye, pek sık gelmeye başladığı bu kahvehaneye alışmaya ve masaları dolduran simaları ezberlemeye başlamıştı. zira günbegün önüne dizilen beyler artmakla kalmıyor, vaktinde sarayın hollerine ve koridorlarına karışmış muhalifler ziyaretine geliyordu; bu da genç kızı germiyor değildi, şayet diri ve kendinde olduğu anlaşılırsa devlet-i aliyye bütün başkenti yıkıma sürmekten çekinmezdi. ki ikinci balkan harbi, hassaten başkente duvar örmüş trakya hükümeti, böyle bir fırsatı kaçıracak değildi.

"hanımım," diye paşaların dört kenarını kapattığı masaya yanaştı genç bir bey, "size bazı haberlerim var."

genç beyin sözlerine itibar eden türkiye, masayı çevreleyen paşalardan sessiz olmalarını rica etti ve sözü tekrardan genç beye verdi. komutanlar ve münevverler üzerinde sahip olduğu otoriteye alışmaya başlamıştı.

göç mevsimi || chHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin