Kendime geldiğim an yerde, sırt üstü yatıyordum. Karın üstünde olduğumdan dolayı sırılsıklam olmuştum.
Sırtımdaki rahatsız edici ıslaklığı görmezden gelerek kuruyan dudaklarımı yaladım ve yavaşça doğruldum. Etrafıma bakındım. Karşımda bembeyaz bir kar manzarası vardı. Arkamda ise küçük bir ev. Etrafında ağaç yoktu. Düz bir arazinin ortasında duruyordu. Evin çok uzağında ise ağaçlık bir alan vardı. Gözlerimi kısıp o tarafa baktığımda bana doğru gelen bedenleri görmemle ayağa kalktım.
Minho ve diğerleri bana doğru yürüyorlardı. Onları beklerken etrafıma bakıp nerede olduğumu ve buraya nasıl geldiğimi hatırlamaya çalışıyordum.
Onlar yaklaştıkça Minho'nun görüntüsü daha da netleşiyordu ve ben gördüğüm şeyden hiç memnun değildim.
Çünkü tamamen dağılmış gözüküyordu. Hepsi dağılmıştı ama o çok hasta gözüküyordu. Changbin onun koluna girmişti ve zar zor yürüyordu. Hyunjin'in onu neden iyileştirmediğini düşünürken daha da yaklaştılar. Kıyafetleri canavarların kanıyla kirlenmişti. Minho'nun kıyafetinde yırtıklar vardı ve kafasından akan kan kurumuştu. Gözleri yarı kapanıktı.
Sonunda aramızda birkaç adım kalmıştı ki tam ona doğru gidip sarılacağım sırada bir şey oldu.
Ciğerlerime dolan bir şey hissettim ve bu şey beni bir anda sırtımdan yakaladı. Geriye savrulurken arkamızda kalan uçurumun dibine düşmüştüm. Az kalsın aşağı düşecekken panikle ayaklandım ve birkaç adım geri gittim. Uçurumdan aşağı korkuyla baktım.
"Jisung?"
Diğerlerinin sesleri hemen arkamdan gelirken onlara döndüğümde bir şey beni tekrar savurdu ve bu defa uçurumun tam üstünde havada duruyordum.
"Yardım edin!" Panikle bağırarak bana doğru koşan bedenlere baktığımda Minho'nun buruşturduğu yüzüyle ellerini bana uzatışını gördüm ama nafileydi. Çünkü bir anda beni havada tutan güç çekildi ve boğazımdan kopan korku nidasıyla uçurumdan aşağı düşmeye başladım.
Öyle yavaş bir düşüştü ki bu, dışarıdan bakan birisi bunu ağır çekim olarak adlandırabilirdi. Sırtım yere çarpmadan hemen önce karanlık duman beni içine çekerken son gördüğüm şey yukarıdan bana bakan endişeli bakışlardı.
•
Yere sertçe çarptığımda acıyla inledim. Dizimi ovuşturarak etrafımı incelediğimde bir sandaldaydım. Sandalın etrafı bir dumanla çevriliydi ve sandalın hareket etmesini sağlıyordu. Sandalın diğer ucunda oturan bedeni görünce irkildim. Arkası dönük, siyahlar içindeki beden, pelerininin kapüşonunu indirdi. Kıkırdama sesi bütün tüylerimi ürpertirken siyah, ensesine kadar uzanan saçı gözler önüne serildi. Omuzları kıkırtılarının etkisiyle titrerken etrafa bakındım.
Su o kadar durgun şeffaftı ki sanki sandalda değil de dümdüz bir yolda ilerliyormuş gibiydim. Az ileride dar bir geçit vardı. Sandaldan daha büyük bir şeyin geçemeyeceği kadar dardı.
"Hoş geldin Hannie." Kalın sesi bütün tüylerimi diken diken ederken omuzunun üstünden bana baktı. Ürpertici gözleri gözlerimle buluştuğunda bu kişiyi kesinlikle tanımıyordum.
Bu benim tanıdığım Felix olamazdı. Bambaşka biriydi sanki. Duruşu, sesi, bakışları ve hatta saç rengi bile bambaşkaydı. Sıcak gözlerinde görebildiğim tek şey soğukluktu.
"Bunu neden yapıyorsun?" Sakin sesim beni bile şaşırtırken genişçe gülümsedi. Kesinlikle akıl sağlığı yerinde olmayan biri gibi bakıyordu.
"Çünkü biz aynıyız."
Kaşlarımı çattım. Elinde bir asa vardı. Bir hançer büyüklüğündeydi ve başında siyah bir melek kanadı vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
chained soul |Minsung|
FantasyAşkın ve eşcinselliğin yasak olduğu bir dünyada, kendini Tanrı için kurban edecek olan bir gencin hikayesi. • Ben Tanrı'nın seçtiği özel bir varlıktım. Kanım özeldi ve Kilise içindi. Zamanı geldiğinde görevimi yerine getirecektim. Yaşama sebebim bun...