Öğle yemeğinden dönmüş teorik derslere doğru giderken birinin bana omuz çarpmasıyla orta bahçede aslan heykellerinden birine doğru sendelemiştim. Arkamı döndüğümde Mesut bana bakmadan yoluna devam ediyordu ve evet bu çocuk kırıtarak yürüyordu artık bundan emindim.
''Mesut!'' diye seslendim ona doğru. Bana döndüğünde ince kaşları şapkasının altından çatılmış, hafif toparlak suratında sakal izleri olan yanakları kıpkırmızı kesilmişti.
''Ne var?'' dediğinde sesi her an ağlayacak bir tını hissiyatı vermişti.
''Bir şey soracaktım sana...'' derken onun aksine benim sesim epey yumuşak çıkıyordu. Sanki yüz ifadesini fark etmemişim gibi davranmaya başladım. ''Uyarı almak ne demek?'' Aslında onunla kavga etmek, beni neden ittiğini sormak için seslenmiştim ama yüzünde öyle bir ifade vardı ki cesaret edemedim.
''Nanayı yedin demek!'' dedi bana özgü kullandığı çirkef sesiyle. Benden başka kimseyle böyle konuştuğunu görmemiştim.
''Nasıl yani?'' diye sordum. ''Yani iki kez daha alırsan kapı dışarı edilirsin.''
''Sen iyi misin Mesut?''
''Sana ne be?'' Yaşlar göz pınarlarında parlıyorlardı ama inatla akmalarına izin vermiyordu. ''Bir de bu manyakla uğraşıyorum.'' Dudaklarım ufak bir o şeklini aldı.
''Aman be!'' dedim ben de sinirlenerek. ''Soranda kabahat! Ne halin varsa gör! Manyak da sensin ayrıca!'' Son cümleyi kurmamla kaşları çatılmış ve o baskıyla olsa gerek yaşlar hemen yanaklarına doğru süzülmüştü. ''Mesut-'' dedim şaşkınlıktan ama arkasını dönüp koşarak uzaklaştı yanımdan. Aferin bana, diye mırıldandım. Aferin. Peşinden mi gitsem yoksa derse mi yetişsem diye düşünürken gönlünü sonra almamın daha doğru olacağına karar verdim. Neticede öğrenci değildim burada, derse gitmemem okulu asmam değil mesaiden kaçmam anlamına gelirdi.
Orta bahçenin diğer yarısını tamamlayıp dersliklere -evet, öyle isimlendirmiştim artık- doğru yöneleyim derken bankta oturmuş Ömer'le hemen yanında postalını yanına dayamış hem bağcıklarını bağlayan hem de Ömer'e bir şeyler anlatan Serdar'ı gördüm. Ömer ara ara ona karşılık verirken yine çok kısa bir an bakışları beni bulmuş sonra dikkatini tamamen Serdar'a vermişti. Levent Komutan benimle ilgili ne anlatmıştı acaba ona? Yeni eğitmenim o mu olacaktı? Levent Komutan sorumludan sonra ona bir de eğitmen dediğimi duysa ne yapardı kim bilir? Bu düşünce beni hafiften gülümsetirken yoluma devam edip binaya girdim.
Saat öğleden sonra 4'ü geçiyordu. Mesaimin bitmesine daha vardı. Daha önce yaptığım raporlamaları incelerken -çeviri de dahil- herhangi bir hata var mı diye kontrol ediyordum. Ama zaten birkaç cümleden oluşan, çok da önemli olmayan kısa raporlamalardı. Tabi bu iyi bir şeydi. Bir sınır ihlalini raporlamak henüz yapabileceğim bir şeymiş gibi hissettirmiyordu. Bir şeyleri aniden ortasından girerek değil de adım adım yapmayı, öğrenmeyi seviyordum ama tabi bu her zaman mümkün olmuyordu.
Canım sıkıldığından aynı zamanda inanılmaz yorgun olduğumdan ofisteki ufak mutfağa doğru ilerleyip kendime bir filtre kahve yapmaya başladım. Aslında sütsüz kahve içemezdim ama buradaki tek seçeneğim buydu. Şikayetçi değildim. Stajyerken mutfağa girişimin yasaklı olduğu kurumlarda çalışmıştım. Ya da çay-kahvenin paralı olduğu ofislerde. Bu yüzden şu an burada kendime çay-kahve yapabileceğim ekipmanımın olması hoşuma gidiyordu. Sadece dışarıdan kendime çay ve süt temin etmem gerekecekti çünkü en son kafeteryaya baktığımda küçük sütler ve sallama çaylar dışında bir şey yoktu.
Kahvemi alıp ofisin yan tarafındaki kitaplığın ve arşivin bulunduğu odanın bahçeye bakan penceresine oturdum. Güneş hala tepedeydi ama ışınları yumuşaktı. Banklardan biri hariç diğerleri tamamen boştu. Askerler idmanlarını çoğu zaman binalardan uzak alanlarda yapıyorlardı. Genelde sesleri duyulurdu ama kendilerini göremezdiniz. Teknikerleri ise ancak onların çalıştığı yere gidince görürdünüz. Bankta oturan kişinin kulağındaki telefonla beraber ayaklanıp kısa turlar atmaya başladığında yürüyüşünden Mesut olduğunu anlamıştım. Telefonu kulağından çekip ekrana öylece bakarken bir elini alnına götürüp yüzünü kapatmıştı. Bu çocuğun morali gerçekten çok bozuktu ve ben de üzerine tuz biber olmuştum. Ona da kahve demleyip götüreyim hem de bir özür dilerim diye düşünürken fark ettim ki kahvem de hiç kalmamış. Raflardan birine geçenlerde İstanbul'dan getirdiğim bir paket çikolata koymuştum. Biraz arandıktan sonra hiç açılmamış kutuyu bulup üzerindeki jelatini soyup üzerime de bir hırka alıp aşağı inmeye başladım. Mesut artık ayakta değildi, tekrar az önceki banka oturmuştu. Dirsekleri dizlerinde, elleri çenesinin altında birleşmiş eski model telefonu da avuçlarının içindeydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PAYE
ChickLitKoyu kahve gözlerinin etrafına özenle dizilmiş kirpikleri rüzgârdan nemlenmişti. Dudaklarında yarım yamalak bir tebessümle yumuşak bakışlarını gözlerimden ayırmıyordu. Üstü kabuk tutmuş yaralar taşıyan elleri üniformasının ceplerinde gezindi. Sol gö...