Cunda'da hava ılıktı, gökyüzü mavi, güneş parlaktı ancak ara ara insanın üzerine bir hırka atmasına neden olacak kadar serinleyebiliyordu. Yine de İstanbul'un dengesiz iklimi kadar bunaltıcı değildi. Kaldığım otel mimari olarak Adalar'daki köşkleri anımsatıyordu. 4 katlı bej renkli, beyaz panjurlu çok tatlı bir yerdi. Hem okul dönemi olduğundan hem de hava denize girebilmek için fazla serin olduğundan olsa gerek odalar tam olarak dolu değildi. Birkaç evli çift birkaç tane de benim gibi tek takılan vardı.
Bahçesi yapay olsa gerek yemyeşildi, çiçekler pembe, sarı, beyaz ve mor olmak üzere rengarenk her yeri kaplıyorlardı. Kimi salkım salkım köşk görünümlü otelin panjurlarından, kimi saksılarından sarkıyordu. Görevlilerden biri bavulumu alıp beni odama götürürken burnum taze kahvaltılıklar ve yeni biçilmiş çim kokusuyla dolmuştu.
Burayı bu kadar seveceğimi, beğeneceğimi beklemiyordum açıkçası. Aras meselesine o kadar odaklanmıştım ki beni lokasyon olarak neyin bekliyor olabileceğini hiç düşünmemiştim. Sanki buradaki her şey yalnızca onunla anlam bulabilirmiş gibi. Ancak etrafıma baktığımda, Aras olmadan da tek başına fazlasıyla anlam yüklenebilecek kadar güzel bir yer olduğunu görmemek mümkün değildi. Görevliye teşekkür edip odama girdiğimde beni çift kişilik bir yatak karşıladı. Hemen sağ tarafında masmavi, parlak denize bakan ahşap bir pencere vardı. Beyaz tül bir perde rüzgârdan pencerenin dışına doğru savruluyordu.
Yurttaki odamdan sonra cennetteymişim gibi hissettirmişti.
Yarım saat içerisinde yerleşmiş, kahvaltıya inmeye hazır hale gelmiştim. Açık büfe kahvaltı masalarının etrafında elimdeki büyük beyaz tabakla dolanırken üzerimde düz beyaz bir tişört ve kot pantolonum vardı. Saçlarımı gelişigüzel topuz yapmıştım. Öğleden sonra keşfe çıkmadan önce gidip düzgünce giyinecektim ancak şu an inanılmaz açtım.
Taze demlenmiş çayım, ufak mavi kuşların desenleriyle süslenmiş ince belli çay bardağımda tütüyordu. Ağzına kadar dolu kahvaltı tabağımla oturup kahvaltımı ederken dalgaların sesi kulağıma çarpıyordu. Su, uzaktan oldukça temiz görünüyordu, yakınına gidip en azından ayaklarımı içine sokmayı planlıyordum.
Cundaya özgü olduğu belli olan zeytinlerden yerken Feride'den kalma iç sıkıntımın hafiflediğini fark ettim. Buraya onsuz gelemeyeceğimi düşünüyordu sanırım, işin aslı ne düşündüğünü bilmiyordum. Söylediklerini ve beni aylardır oyaladığını hatırladıkça koca bir hiç uğruna bu planı ertelemiş olmanın üzüntüsü doluyordu içime. Bu yüzden Feride olayını çok sonra düşünecektim.
Kahvaltımı bitirip tekrar odama dönmeden önce otelin etrafını dolaştım. Yaşlı çiftler bana gülümseyerek selam verdiler, karşılık verdim. Bir tanesi İstanbul'dan geldiğimi duyunca yüzünü buruşturdu. ''Geri dönme!'' diye şakalaştı. ''Olur.'' dedim gülerek. Odama dönüp turuncu çiçekli elbisemi giydim. Yarım kol, midi boy bir elbiseydi. Ayağıma parmak arası krem rengi sandaletlerimi geçirdim, yanıma kot ceketimi de almayı ihmal etmedim. Saçlarımı açıp biraz nemlendirici krem sürdüm. Dalgaları ani hava değişimiyle birbirine girmeye başlamıştı bile. BB krem sürüp yüzümdeki kızarıklığı giderdim, dudaklarımın tonuna yakın bir parlatıcı sürüp mor göz altıma baktım. Ona yapacak bir şeyim yoktu, genelde kapatıcılar da pek fayda etmezdi, çenemdeki yara ufak bir kabuğa dönüşmüştü. Sorun etmedim, Aras beni zaten olduğum gibi görüp beğenmişti. Bu yüzden ekstra bir çabaya girme ihtiyacı duymadım.
Sahil tarafına doğru hasır çantamla giderken gözlerimi çevre otellerden, insanın içini ferahlatan bahçeleriyle yazlık yapılardan alamıyordum. Çok insan yoktu, olanlar da elektrikli scooterlarına binmiş tek tük arabanın geçtiği boş, geniş yollarda bir yerlere gidiyorlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PAYE
ChickLitKoyu kahve gözlerinin etrafına özenle dizilmiş kirpikleri rüzgârdan nemlenmişti. Dudaklarında yarım yamalak bir tebessümle yumuşak bakışlarını gözlerimden ayırmıyordu. Üstü kabuk tutmuş yaralar taşıyan elleri üniformasının ceplerinde gezindi. Sol gö...