Selamm, naber?
Öncellikle geçen bölüm Pars'ın dediği kadının annesi olduğunu ve orada kendi içinde çatıştığına şait olduk. Bu konu daha sonra açığa kavuşacak merak etmeyin.
Ege konusuna gelirsekde onların ilişkisi asla ciddi olmadı. Basit bir hoşlantıdan ibaret olan duygularla başlayan bir ilişki.
Ve bu bölümde Ege için Lara'nın önemini daha da anlamış olacaksınız. Elbette o şekilde konuşması doğru değildi ancak karşılıklı olarak bir toksitlik vardı.
O zaman o önemli bölüme giriş yapalım.
İyi okumalar...
Arabaya bindiğimde hedefim havaalanıydı. Ege varmıştı ve ben onu daha fazla bekletmek istemiyordum. Buraya geleli daha bir ay olmuş olsa da onu çok özlemiştim. O benim abimdi, öz ya da değil abimdi.
Onunla ortaokulda tanışmıştık. İkimizde yeni başlamış olabilirdik ancak o bir yıl geç yazıldığı için benimle aynı sınıfa düşmüştü. İyi ki de düşmüştü. O kendi halinde bir çocukken ben ikimizin komşu olduğumuzu, onun karşı binamızda yaşadığını öğrenmiştim. Öğrendikten sonra onunla okul dışında da oynayabileceğimi düşünüp arkadaş olmaya çalışmıştım o da benim inatçı halime fazla dayanamamıştık.
Bir daha da hiç ayrılmamıştık. Her zorlukta birbirimizin yanında olmuştuk. Ancak onun bana daha çok ihtiyaç duyduğunu değiştirmiyordu. Bu yüzden her anında yanında olmaya çalışmıştım.
Daha 13 yaşındayken yeni doğan kardeşi ölmüştü. Zaten erken doğan kardeşi üşütmeyi kaldıramamıştı. Ailesi küçük bebeğe bir mezarı bile çok görürken onunla birlikte ağlamıştım. Kendi kendimize yaptığımız küçük cenaze töreni ile kardeşini uğurlamıştık
Annesi kısa süre sonra çocuğunun katili olduğunu düşünerek intihar etmişti. Küçük kızının ölümüne göründüğünün aksine dayanamamıştı. Yine onunlaydım annesi halatın ucunda sallanırken. İpi kestiğimizde yaşar sanmıştık, yaşamamıştı.
Zaten eviyle ilgili olmayan babası tam anlamıyla bir alkolik olduğunda siper olmuştum çok kez gördüğü şiddete. Babası ev, bırakıp gittiğinde öğrenmiştik tekrar evlendiğini. Babamın yardımlarıyla yaşamıştı ancak yine de bizimle yaşamamıştı. Bize daha fazla yük olmak istememişti.
O bize hiçbir zaman yük olmamıştı.
18 yaşına girdiğinde babam ona soyadını vermişti. Hala yaşadığı en güzel günün o gün olduğunu söylerdi.
Çok şey yaşamıştı ama her şeye rağmen iyi bir insan olabilmişti. Babamın yolundan giderek yazım mühendisi olmuştu. Şu anda ise babamın çalıştığı yerde çalışıyordu.
Ne kadar birbirimize sataşsak da biz gerçek abi- kardeştik.
Arabadan inmemle onu görmem bir olmuştu. O ise beni arıyordu. “Ege Deniziiii!” bağırarak ona doğru gittiğim de beni görmüş ve gülümseyerek kollarını açmıştı. Hızla üstüne atladığımda düşmeden durabilmişti. Etrafında döndüğünde gülümseyerek dahada sarılmıştım ona. Beni yere indirse de sarılmayı bırakmamıştık. Yavaşça birbirimizden ayırıldığımızda alnıma küçük bir öpücük bırakmıştı.
“Minik kuşum”
“Hoşgeldin.” yüzümdeki gülümseme yerini koruyordu. Kolunu omzum atarak beni arabaya sürüklemeye başlamıştı. “Hoş bulduk.” saçım kolunun altında kaldığı için karnına dirseğimi vurduğumda çekilmişti.
“5 dk insan gibi dur, mal herif.” diyip koşarcasına arabaya binmiştim. O da bindiğinde yola koyulmuştuk. “Seni eve bırakıyorum, benim işe gitmem lazım.” başıyla onaylayarak “Olur, bende biraz takılırım.”
“Biliyordum, buraya benim için gelmediğini biliyordum. Hain köpke.”
“Ne sandın gerizekalı senin için geleceğimi falan mı? Yüzümü görsen yeter sana.”
“Yok etcem ben o yüzünü.” gülerek saçımı karıştırmış ve öpücük bırakmıştı, söylenmeme karşılık olarak.
“Ya yapma şunu! Tam dayaklıksın ya. Allah seni kahretmesin çocuk.” diyerek saçlarımı düzeltmeye çalışıyordum.
***Elimdeki kalemi yorgunlukla bıraktığımda başımı ovamaya başladım. Ege’yi eve bıraktıktan sonra işe gelmiştim. Zaten o da evde durmayıp gezecekti. Buraya birkaç kez gelmişti, kolay kolay kaybolmazdı. Onu dert etmeme gerek yoktu. Telefonuma baktığımda hala mesaj olmadığını fark etmiştim. Hala yazmamıştı.
Sabah uyandığımda üzerime sinmiş kokusu hiç yabancı gibi hissettirmemişti. Onun geldiğini ancak kahvaltı yaparken anlayabilmiştim. O ana kadar sanki bunlar hayatımın normallerindenmiş gibi davranmıştım.
Şimdi ise o yazmıyordu.
Zaten karşıma çıkacaktı ve bu yüzden biraz daha sabredebilirdim ancak onun sadece kaçtığını fark ettiğimde daha fazla dayanamamıştım.
Ben zaten hiç tanımadığım birine güvenerek zaten risk almıştım. Şimdi ise sıra ondaydı.
Kırarcasına açılan kapım ile irkilmiştim. Kapıya baktığımda Eric Marsis ile karşı karşıya gelmiştim.
“Konuşmalıyız.” diyerek kapıyı kapatmıştı. Kendime gelerek önümdeki sandalyeyi göstererek “Buyrun, Bay Marsis.” demiştim onun gibi Türkçeyi kullanarak. O ise sandalyeye gitmek yerine bana doğru ilerlemişti. Ne yapıyordu bu? Tuhaf davranıyordu.
Sandalyemle onan dönmemle üzerime eğilmesi bir olmuştu. Yüzlerimiz arasına da bir karış varken sadece gözlerime bakıyordu. Beynim durmuş gibiydi. Ne yapacağımı bilmiyordum. Yakınlığından dolayı burnuma hücum eden kokusu ile gerçekten ne yapacağımı bilememiştim. Çünkü;
Bu onun kokusuydu.
Gözlerimiz tekrar kenetlendiğinde suspus olmuştum. O ise sanki hep konuşmayı bekliyormuş gibi davranıyordu.
“Gel dedin, geldim. Yine sana geldim ve bunun geri dönüşü yok, Lillesol”
Devamı nerede diyenler biraz daha beklemeliler çünkü daha bitmedi.
Aslında birleştirerek atacaktım ama böyle olursa daha iyi olur gibi hissettim.
En kısa zaman da bitirip yeni bölümüde atıcam 1-2 saat dayanabilirsiniz bence.
Seviliyorsunuz, görüşürüz♡

ŞİMDİ OKUDUĞUN
MISS YOU... /Texting
Short Story*Kitap Türkçedir Siz: seni özledim 0527**: kimsiniz? . . Seni terk eden annenin hatırladığın numarasına mesaj atarsan ve attığın kişi türk asıllı bir ingiliz model olursa? . üstelik onun aile şirketine çalışmak için başvurmuşken