II.BÖLÜM:

62 33 10
                                    

Rüyalarıma tek bir insanın bile girmediğini söylemiştim. Bu durumu çok erken fark ettim ve kendi türümün yokluğunu içim acıyarak duyumsadım. Hatta henüz çok küçükken bile, rüyalarımın dehşeti her yanımı sardığında, bir insan, sadece bir insan bile görsem bütün o rüyalardan kurtulacağımı, uykularıma musallat olan dehşetin artık beni kuşatmayacağını düşünüyordum. Yıllar boyunca bu düşünce bende takıntı haline geldi: O tek insanı bulabilsem, kurtulacaktım!

Bu düşüncenin tam da bir rüyamın ortasında aklıma geldiğini tekrarlamalıyım. Bu durumu, iki kişiliğimin birbirine karıştığının, herhangi bir bağlantısı bulunmayan bu iki kişiliğin bir noktada birbiriyle temas kurduğunun göstergesi olarak değerlendiriyorum. Rüyalarımdaki kişiliğim çok eski çağlarda, bildiğimiz anlamda insanlar dünyada henüz yokken yaşıyor; uyanık hayatımdaki diğer kişiliğimse insanın varoluşuna dair sahip olduğu bilgiler ölçüsünde kendini rüyalarımın özüne yansıtıyordu.

Olaylara kitaplardaki kalıplarla bakan psikologlar, "kişilik bölünmesi" terimini kullanışımı hatalı bulabilir. Onların bu terimi daha farklı durumlarda kullandığını biliyorum, ama daha iyi bir terim bulamadığım için kendi tarzımda bu şekilde kullanmak zorundayım. Türkçe'nin yetersizliği gerekçesine sığınıyorum. Bu terimi kullanmamın, daha doğrusu yanlış olmasına karşın kullanmamın açıklaması şudur:

Ancak üniversite çağına gelmiş genç bir adam olduğum zaman rüyalarımın anlam ve önemi, onları neden gördüğüm konusunda fikir sahibi oldum. O zamana dek anlamsızdılar, belirgin bir nedensellikten yoksundular. Ama üniversitede evrimi ve psikolojiyi keşfettim; çeşitli tuhaf zihinsel durum ve deneyimlerin açıklamasını öğrendim. Örneğin boşlukta düşme rüyası diye bir şey vardı: En yaygın rüya deneyimidir, bütün insanlar tarafından ilk elden tecrübe edilmiştir.

Hocamın anlattığına göre bu, ırksal hatıralarımızdan biridir. Ağaçlarda yaşayan uzak atalarımıza kadar uzanan bir geçmişi vardır. Ağaçları mekân tutan atalarımız açısından, düşme olasılığı her daim var olan bir tehlikeydi. Hepsi feci düşme deneyimleri yaşamış, son anda bir dala tutunup kendilerini kurtarmışlardı; birçoğu hayatını bu şekilde kaybetmişti.

Bu şekilde önlenen feci bir düşüş, şok yaratıyordu. Böyle bir şok da beyin hücrelerinde bazı moleküler değişikliklere neden oluyordu. Bu değişiklikler sonraki kuşakların beyin hücrelerine aktarılarak, kısaca ifade edecek olursak, ırksal hatıralar haline geliyordu. Yani siz ve ben uyurken veya uyku bastırıp içimiz geçtiğinde, boşlukta düşüyor ve tam yere çarpmak üzereyken sıkıntı içinde uyanıyorsak, ağaçlarda yaşayan atalarımızın başına gelenleri ve beyin hücrelerinde meydana gelen değişikliklerle insan ırkının kalıtsal mirasına kazınmış şeyleri hatırlamaktan başka bir şey yapmıyoruz demektir.

Burada bir tuhaflık yok, varsa da içgüdüdeki tuhaflıktan fazla değildir. İçgüdü, kalıtsal mirasımıza kazınmış bir alışkanlıktan ibarettir. Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki sizin, benim, hepimizin aşina olduğumuz bu düşme rüyasında asla yere çarpmayız. Yere çarpmak, yok olmak olurdu. Ağaçlarda yaşayan atalarımızın yere çarpanları hemen ölmüştür. Elbette düşüşlerinin şoku beyin hücrelerine iletilmiş olmalı, ama onlar hemen, yani çocuk sahibi olmadan ölmüşlerdi. Siz ve ben yere çarpmayanların soyundan geliyoruz ve bu yüzden rüyalarımızda asla yere çarpmıyoruz.

Şimdi de kişilik bölünmesi konusuna geliyoruz. Bu düşme hissini tamamen uyanıkken hiç yaşamayız. Uyanık halimizdeki kişiliğimizin böyle bir tecrübesi yoktur. Demek ki -bu noktada savı çürütmek imkânsızdır- biz uyurken yere düşen kişi, hayatında böyle bir düşme tecrübesi yaşamış; sözün kısası insan ırkının geçmiş deneyimlerinden bir anıya sahip başka ve farklı bir kişilik olmalı. Tıpkı bizim uyanık olduğumuz zamanlardaki kişiliğimizin uyanıkken yaşadığımız deneyimlere ait bir anıya sahip olması gibi.

İÇGÜDÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin