XII.BÖLÜM:

18 17 0
                                    

Bittle'la nehrin kuzeyinde ne kadar gezindiğimizi bilmiyorum. Issız bir adaya çıkmış denizciler gibiydik, eve dönme şansımız kalmamıştı. Sırtımızı nehre dönüp haftalar ve aylar boyunca Halk'tan kimsenin bulunmadığı yabani topraklarda maceralı yolculuklar yaptık. Bu seyahatimizi baştan sona anlatmam benim için hayli zor ve her geçen gün daha da imkânsızlaşıyor. O haftalara ilişkin hatıralarım çoğunlukla puslu ve belirsiz ama yine de arada sırada olup biten bazı şeylere dair canlı görüntüler oluşuyor zihnimde.

Özellikle de Uzun Göl ile Uzak Göl arasındaki dağlarda çektiğimiz açlığı ve çalılıkların içinde uyurken yakaladığımız buzağıyı hatırlıyorum. Bir de Uzun Göl ile dağların arasındaki ormanda yaşayan Yeşil İnsanlar var. Zaten bizi kovalayarak dağlara doğru sürenler, ta Uzak Göl'le kadar gitmemize neden olanlar da onlardı.

Nehirden ayrıldıktan sonra ilkin batıya yönelip sazlıkların içinden akan küçük bir dereye kadar geldik. Kuzeye dönüp sazlığın sınırı boyunca birkaç gün yürüyünce Uzun Göl adını verdiğimiz göle vardık. Gölün yiyeceğin bol olduğu üst kıyısında biraz zaman geçirdik. Sonra bir gün ormanda Yeşil İnsanlarla başımız belaya girdi. Bu yaratıklar, kuyruksuz vahşi maymunlardan öte bir şey değillerdi. Yine de bizden pek farklı değillerdi. Doğru, bize göre daha kıllılardı; bacakları biraz daha eğri büğrü, gözleri azıcık daha küçük, boyunları bir gıdım daha kısa ve kalındı; burun delikleri suratın içine gömülmüş deliklere bizimkilerden daha fazla benziyordu. Öte yandan onların da yüzlerinde, ellerinin ayalarında, ayaklarının tabanlarında kıl yoktu; bizim çıkardıklarımıza benzer sesler çıkarıyor ve o seslerle hemen hemen bizimle aynı şeyleri anlatıyorlardı. Sonuç itibarıyla Yeşil İnsanlar ile bizim Halk birbirinden o kadar da farklı değildi.

O pörsümüş, kavruk kalmış, mahmur bakışlı ve sendeleyen ufak tefek ihtiyarı önce ben gördüm. Onu avlamak bizim hakkımızdı. Bizim dünyamızda kendi türünüzden olmayana acımazdınız ve o bizim türümüzden değildi. Yeşil İnsanların bir üyesiydi ve çok yaşlanmıştı. Bir ağacın dibinde oturuyordu. Belli ki bu onun ağacıydı çünkü dalda o gece uyuduğu eğri büğrü yuvayı görebiliyorduk.

Onu Bittle'a gösterince beraber üstüne atıldık. Ağaca tırmanmaya başladı ama çok yavaştı. Onu bacağından yakalayıp aşağı çektim. Sonra da işin eğlenceli kısmı başladı. Orasını burasını çimdikledik, saçını çektik, kulaklarını büktük, dallarla dürttük; bu arada gülmekten gözlerimizden yaşlar geliyordu. En gülüncü de boş öfkesiydi. Gençliğinin çoktan sönmüş korlarını canlandırmaya, yıllarla birlikte ölüp gitmiş kuvvetini geri getirmeye uğraşırken komik bir görüntü veriyordu: Vahşiliğini ve acımasızlığını gösterme niyetiyle yüzünü gerdiğinde tam tersine kederli bir suratla dökülmüş dişlerini ortaya seriyor, halsiz yumruklarıyla sıska göğsünü dövüyordu.

Üstüne üstlük bir de öksürüğü vardı; nefesi kesilip kuru kuru öksürürken etrafa tükürükler saçıyordu. Ne zaman ağaca çıkmaya çalışsa onu çekip aşağı indiriyorduk, sonunda zayıflığına teslim oldu ve oturup ağlamaya başladı. Bunun üzerine Bittle'la ben de kollarımızı birbirimize dolayıp yanına oturduk ve onun bu perişan haline kahkahalarla gülmeye başladık.

İhtiyar ağlarken inlemeye başladı, oradan feryada geçti ve sonunda bir çığlık koparmayı başardı. Bizi uyaran bu çığlık, susturmaya ne kadar gayret ettiysek giderek yükseldi. Sonra ormanın içlerinden, fazla da uzak olmayan bir yerlerden kulağımıza "Goek! Goek!" diye bir ses geldi. Buna farklı yerlerden aynı sesle karşılık verilirken uzaklarda bir yerlerden kocaman, kalın bir "Goek! Goek! Goek!" duyduk. Ayrıca içinde bulunduğumuz ormanın her yanından "Voo-Voo!" sesleri yükseliyordu.

Sonra da bizi kovalamaya başladılar. Hiç bitmeyecek gibiydi. Bütün kabile daldan dala atlaya atlaya bizi takip ediyordu ve bir ara neredeyse yakalayacaklardı. Yere inmek zorunda kaldık çünkü toprak üzerinde onlara göre daha avantajlıydık, zira onlar hakikaten Yeşil İnsanlarıydılar ve ağaç üzerinde bizden daha hızlıydılar ama biz de yerde onları geride bırakıyorduk. Uluyarak, bağırıp çağırarak peşimize düşen kabilenin önünde, kuzeye doğru topukladık. Açık alanlarda arayı açıyorduk ama tekrar ağaçların arasına girdiğimizde bize yetişiyorlardı; hatta birkaç kere ellerinden kıl payı kurtulduk. Kovalamaca sürdükçe, onların da bizi kendi türlerine ait görmediklerini ve bize acıma göstermeyeceklerini daha iyi anladık.

İÇGÜDÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin