(Bir Mevsim Önce)
Nzalo Lu kasabasının batısındaki seyrek çam ağaçlarının ortasında kalan ahşap kulübeye birkaç adım kala duran atın üzerinden erkek kıyafetleri giymesine rağmen endamından bir kadın olduğu anlaşılan bir yabancı indi.İçeride yaşayan birisinin olup olmadığına dair herhangi bir sesi duymaya çalışırken dikkatli bakışları kulübenin etrafındaki çer çöpün, devin ufak bir üfürüğüyle dağılabilecekmiş gibi ağır aksak duran tahta duvarların üzerinde gezindi. Ancak, şiddetini yavaşlatan yağmurun altında her soluğuyla burnundan buharlar çıkaran atının toprağı döven toynaklarından ve rüzgârın uğultusundan başka bir şey yakalayamadı.
Kapısında bekledikçe, kulübe kadının gözüne olduğundan daha virane ve tatsız görünüyordu. Yüzünü gölgelendiren başlığını indirdi ve atının boynunu okşayarak kendisini beklemesi için teşvik etti.
Her an elinde kalacakmış gibi sallanan kapıyı araladığında yüzüne çarpan hava, içeriye girerken ardında bıraktığı rüzgârı arattıracak kadar soğuktu. Pencere boşluğunu örtmek için pervaza tutturulmaya çalışılmış kirli çuval bezinin bir köşesi çividen kurtulmuş, yelken bezi gibi çırpınıyor, yağmurun kirli zeminde birikmesine müsaade ediyordu.
Tek odadan oluşan kulübenin ayakta duran çatısı ve taştan bacası, kulübenin köşesine dayanmış alçakdöşeğin üzerinde nefes alan kumaş yığının belki de tek lüksüydü. Kapının solunda kalan ocakta küle dönmüş odunların izleri hala taeydi. Belli ki birileri kıyıda köşede kalmış kulübeye gelip bir süre önce ateşi yakmış ve gitmişti.
Döşeğe doğru ilerleyip altında hala yaşayan birisinin olduğunu düşündüğü örtüleri araladı. Kır saçları, bıyığı ve sakalları birbirine karışmış, zayıflıktan çıkıntı oluşturmuş elmacık kemikleri ve uzun ince burnu açıkta kalan yaşlı bir adamın sağlıksız sarılıktaki yüzüyle karşılaştı.
Kadın aceleyle eldivenini çıkardı ve adamın terden yapışmış saçlarını geriye iterek alnını yokladı. Teni bir demircinin ateşe gömdüğü çelikten bile sıcaktı. Örtülerin tamamını üzerinden kaldırdı. Kirli giysileri,yüzünü buruşturmasına sebep olan ekşi ter kokusu sayesinde adamın en son ne zaman su yüzü gördüğünü tahmin etmesi zor olmadı, haftalar önce... Bakışları aşağıya kaydığında sağ bacağının pantolonu dizinin üzerine kadar kesilmiş, açıkta kalan baldırı paçavralarla sarılı bir manzarayla karşılaştı.
Lekeli kumaşı aceleyle çözdü, bir parmak uzunluğundaki yaranın içi ve dışı iltihaptan morarmış, baldırdaki şişlik ve çürümüşlük ayak parmaklarına kadar inmişti.
Tek odalı kulübeyi kolaçan etmesi fazla zamanını almadı. Ocağın yanındaki ufak kare masanın üzerindeki kap kaçaklarda yemek artıkları kurumuştu. Duvarın pencereye kadarki bölümünü kaplayan ahşap raflardaki kavanozların içlerindekilerin ise sinsi nemin ve obur zamanın ellerinde gerçek hallerinden eser kaldıysa bile kapların üzerlerini örten tozdan önceden ne oldukları artık anlaşılmıyordu.
Kulübede adamın işine yarayabilecek herhangi bir şey olmadığını anlayan kadının kendi zulasında da böyle bir yaraya ilaç olabilecek ne merhemi ne de bitkisi vardı. Kasabaya gidip dönene kadar nefes almaya devam etmesini umarak adamı ince bir örtüyle beline kadar örttü.
***
Barakaya döndüğünde yaşlı adamı bıraktığı gibi bulmak hem rahatlatıcı hem de endişe vericiydi. Ateşi düşmemişti, üstelik yerinden milim oynamamış olması da yokluğunda uyanmadığına delaletti.
Yarayla ilgilenmeden önce bir ateş yakmalı ve su ısıtmalıydı. Neyse ki kuru odun bulmakta zorlanmadı, küllerinden temizlediği ocağın yanına istiflenmiş küçük yığını tutuşturmak için hazırladı. Alevler odunları iştahla sararken viraneliğin iğreti kapısı da yavaşça aralandı.
Beli bükük yaşlı bir kadın, burnuna kadar çektiği yün şalının üzerinden şaşkınlıkla Natina'ya bakıyordu. Dayandığı bastonuna rağmen ayağını sürüyerek içeriye girdiğinde arkasından içeri girmek için fırsat kollayan yağmur damlalarını suratlarına kapıyı kapatarak engelledi. Urganla bağlayıp omzuna attığı odunları daha fazla taşıyamayarak yere bıraktı.
"Ateşi yakmışsın," dedi yaşlı kadın sanki yabancı bir kadının orada olması beklediği bir şeymiş gibi. Diğer yandan da yaralıyı kontrol etmek için örtüyü ucundan kaldırdı. "İnatçı ihtiyar," derken genç kız gibi ince çıkan sesi bir o kadar da titrekti. "Ne ölüyorsun ne de iyileşiyorsun. Bütün kastın bana değil mi ha Durwa Efendi?" İhtiyarın hastalıklı bir kızarıklıkla renklenmiş yüzünü incelerken kadına bakmadan "Sen de kimsin de bakalım," diye sordu.
Kaşları çatık, kadını izleyen Natina sorular aniden kendisine yöneldiğinde şaşaladı.
"Geçiyordum... Fırtına bastırdı..."
Yaşlı kadının bakışları döşekten genç kadına yöneldi. Kırış kırış olan göz kapakları yılların ağırlığıyla gözlerini iyice küçültmüştü ancak keskinliğinden bir şey kaybetmediği aşikârdı. Natina'nın bir erkek gibi giydiği pantolonu ve kalçalarını açıkta bırakan koyu renk, kalın gömleği kullanışlı ancak eski görünüyordu. Ok dolu bir sadak, orta boy bir yay ve kınından çıkarılmamış bir kılıç kapının yanındaki duvara dayanmıştı. Elindeki nacakla pencere ve duvarlardaki boşlukları kapatmaya niyetlenmiş genç kadını o çipil gözleriyle dikkatle inceledi.
"Bahtına da ölmek üzere olan bu ihtiyarın viranesi düştü ha," dedi yaşlı kadın genç olanın talihine burnunu kıvırarak.
İroniye keyifsizce gülümseyen Natina "Daha kötüsüyle karşılaşmıştım," dedi. "Sıcak birkaç gece geçirmek için ufak bir bedel sadece."
Pencerenin pervazından sarkan kararmış bir tahtayı, kasabadan aldığı çiviyle duvara tutturdu. Omzundan geriye baktığında iki büklüm kadının adamın bacağına doğru eğildiğini gördü.
"Nesi oluyorsun?" diye soran Natina kulübenin bakımsızlığı için yaşlı kadını suçlar gibi konuşmuştu.
"Hiçbir şeyi," diyen yaşlı kadın ayakta durmaya daha fazla dayanamayarak beli bükük bedenini döşeğin ayakucuna bıraktı. "Yaşlılığın ve kimsesizliğin ne olduğunu pek iyi bilirim. Bu zavallının da perişan halde ölmesine gönlüm razı olmadıydı."
Natina perişanlık anlayışımız farklı olmalı diye içinden geçirdi. Bu arada dışarıdan bulup getirdiği, bir zamanlar kulübeyi çevreleyen çitin parçaları olan tahtalardan birisini daha duvara çaktı. Nacağın tersiyle attığı her darbe konuşmalarına kısa molalar veriyordu.
"Kimsesi, çoluğu çocuğu yok mu?"
"Hapishaneden başka evi yoktu."
"Mahkûm muydu?"
"Ah be kızım, bu ihtiyar bir zamanlar oranın başgardiyandı, şu haline bakarak buna inanabiliyor musun? Onun başına gelenler pişmiş tavuğun başından geçmedi. Çok yazık, çook."
Duvardaki açıklıkları kapatma işini bir kenara bırakan Natina, ocağın başına çömelerek odunları kontrol etti. Ateşin istediği kıvama geldiğine hükmettiğinde üstüne bir şeyler koyabileceği, üçayaklı metalden oturağı alevlerin arasına yerleştirdi. Kenardaki dışı kara tencereyi alıp kulübeden çıkarken ninenin de kendisini takip ettiğini gördü. Şiddetini kaybetmiş yağmurun altında bahçedeki tulumbanın çalışıyor olmasını ümit ederek sapına abandı. Yine talihine şükrederken buldu kendisini. Tüm şansını yaralı ihtiyar için mi tüketiyordu acaba? Berraklaşana kadar kuyudan su çekti, sonunda tencereyi ağzına kadar doldurup döndüğünde yaşlı kadınla burun buruna geldi.
"Atını göremedim, yaya mı geziyorsun bakim?"
"Aktara gittiğimde Han'a bıraktım."
"Sefi Efendi iyi adamdır."
Natina, o kadar iyisiniz ki koca kasaba yaşlı ve yaralı bir adama sahip çıkamamışsınız, diye aklından geçirirken dudaklarında peyda olmaya niyetlenen küçümseyici kıvrımlara zorlukla sahip çıktı. Yerine "Birkaç bakıra atıma kuru bir yer ayarladı," dedi. Ancak niyeti kadının ağzından laf almakken asıl konuşanın kendisi olduğunun farkına vararak sinirlendi.
"İhtiyarın adı ne demiştin nine?" diye sordu yanından geçip içeriye girerken.
"Durwa," dedi yaşlı kadın kısaca. Kendi isminin merak edilmemiş olmasına aldırmayarak. "Bıldırki yıla kadar Ngola Lu hapishanesinin başgardiyanıydı. İşinden kovuldu, kovulmakla kalsa iyiydi ya. Hep o oğlan yüzünden"
Kara tencereyi üçayağın üzerine yerleştiren Natina ilgiyle nineye döndü.
"Hiç kimsesiyok demiştin."
"Aynı kandan olsalardı bu kadar yakın olamazlardı ya."
Natina'nın gözleri kuşkuyla kısılırken yaşlı kadın tekrar yatağa oturdu.
"Çorba getirdiydim, içirsek mi?"
"Önce aktarın tarif ettiği merhemi yapmalıyım," dedi genç kadın ocağın yanındaki duvara sırtını dayarken. "Oğlana ne oldu? Öldü mü?"
"Keşke öleydi," diyen yaşlı kadın abartılı bir şekilde içini çekti. Kır seyrek saçlarını örttüğü şalı tombul yüzünü açıkta bırakmıştı. Odanın ısınmasıyla yanakları al al parlarken konuştukça ortaya çıkan ağzındaki eksik dişler bu sağlıklı görüntüyü insafsızca bozuyordu.
Nine "Kaçtı," dedi kısa bir duraklamanın ardından. "Bir mahkûmla anlaşarak hapishaneden kaçtı. Hemi de bu ihtiyarı kullanarak. Anahtarları almak için onu ölesiye dövmüşler diye duydum. Hâlbuki Durwa o haini yıllarca koruyup kollamış. O oğlan çiğ süt emmiş, bunu bilir bunu söylerim."
"Bu diyarda babana bile güvenmeyeceksin," dedi Natina nineyi biraz daha konuşmaya teşvik etmek için.
"Bizim ihtiyar da artık bunu öğrenmiştir, lakin biraz geç oldu,"
Genç kadın yanı başında kaynayan suyun birazını, temizlediği ahşap kaba döktükten sonra bir keseden çıkardığı kurutulmuş otları suya bıraktı. Temiz bir kumaş parçasını ve kâseyi yanına almadan önce tencerede kalan kaynayan suya başka bir keseden aldığı otları daldırdı. İhtiyarın ayakucuna geldiğinde nine kendisine yer vermek için çoktan kulübedeki tek sandalyeye yerleşmişti.
Natina önce sargıları çözdü. Suyun sıcaklığına aldırmadan elindeki temiz bezi ıslattı, ardından irin toplamış yaranın üzerine bıraktı. Bir süre sonra adamın incelmiş derisi iyice yumuşamış, biraz önce beyaz olan kumaş sarı ve kirli bir tabakayla kaplanmıştı. İltihabı kazımak için hançerini kullanmak zorunda kalmadığından bir hayli memnun olan kadın kirlenmiş olanı temiziyle değiştirdi. Yaranın temizlendiğine kanaat getirene kadar aktarın söylediği gibi bezleri değiştirmeye devam etti.
"Oğlan yakalandı mı, nine? Belki bir bilgin vardır." Natina ocaktaki kara tencereyi yere indirip otları kendi metal bardağına aldı. Kaşığın dibiyle ezerken nineden cevap gelmediğini görünce merakla döndü. Şalı omuzlarına, çenesi de göğsüne düşmüş olan yaşlı kadın sandalye de uyukluyordu. Düşmemesine hayret ederken yavaşça kadının omzuna dokundu.
"Nine hava kararmadan evine git istersen," dedi yüksek sesle.
Kadın önce nerede olduğunu kavramak için gözlerini kırpıştırdı. Uyuya kaldığını kavrayınca utanmak yerine eksik dişlerini göstererek sırıttı. Yavaşça doğruldu ve sandalyesinin yanına dayadığı bastonunu iki eliyle önünde kavradı.
"Yarın yine uğrarım," diyen yaşlı kadın kapıya yöneldi.
"İhtiyar emin ellerde, nine. Boşuna buraya kadar kendini yorma." Natina kadının ardından kapıya kadar gitti.
Yağmur artık tamamen durmuştu, lakin gökyüzü her an tekrar başlamakla tehdit edercesine gri bulutlarla kaplıydı.
Nine şalını burnuna kadar çekmeden önce o genç kız ayarındaki ince ancak titrek sesiyle konuştu. "Ne yorgunluğu, a kızım. Bu kış günü evden çıkmak için bundan ala bahane mi olur?"
***
Ocağın önündeki taburede kamburunu çıkararak oturmuş olan Natina, piposunun ucundaki tütünü alevlendirmek için derin bir nefes aldı. Kulübenin köhne karanlığında genç kadının profili bir göz kırpımı süre için aydınlandı, ardından arkasına aldığı ocağın ateşiyle tekrar karanlıklar içerisinde kaldı.
Durwa önce, gördüklerinin günlerdir pençesinde kıvrandığı kâbuslardan biri olduğunu sandı. Kadının piposu birkaç kez daha alev alıp söndüğünde gerçekten uyanık olduğunu ve kulübesinde, pantolon ve gömlekle oturan, tanımadığı bir kadın olduğunu kavradı. Erkek gibi pipo içen bir kadın...
Diğer bir şaşılacak husus ise tütünün kokusuydu; onun Bageni Beyliği'nde yetişen Göynük yaprağı olduğuna bıyıkları üzerine bahse girebilirdi. Kadının kesinlikle ucuz olmayan bir tütünü içiyor olması ağzının tadını bildiğine işaret ediyordu ve de göründüğü kadar fakir...
"Göynükten bana da ayırdığını umarım," dedi Durwa. Sözcükler kurumuş ağzından zorla çıkıyor, kulağa kırık dökük geliyordu.
Kadın başını yatağa doğru çevirdiğinde sarı saçları arkasındaki ateşle altın bir hale gibi parlarken yüzü hala gölgeler içerisindeydi.
"Kokusundan bile tanıyorsan içmeyi hak ediyorsun demektir."
Kadının sesi ne kalın ne ince, ne erkeksi ne de kadınsıydı. Durwa sıradan diye aklından geçirdi.
Natina piposunu masaya bırakırken sönmesine de izin verdi. "Ama iyileşmeden tek dirhem bile içemezsin," diye uyardı.
Durwa en son bıraktığında sağlam olduğunu düşündüğü dizini kendine doğru çekerek doğrulmayı denedi. Kollarına yaslanırken göğsünden kayan battaniyeye şaşkınlıkla baktı. Üzerine ölü toprağı gibi serilen yorgan ve örtülerin yerine tek bir battaniyeyle yatıyor olmasıyla odanın sıcaklığına dikkat kesildi.
"Bir daha hiç tüttüremeyeceğimi sanmıştım," diyen Durwa, bu esnada kendisine yaklaşan kadına ilgiyle baktı.
Loş ışık ayrıntıları seçmesine yardımcı olmuyordu, ancak otuzlarının başlarındaki kadının sıradan görünüşüne tezat bakışlarındaki sertliği gördüğünde çetin ceviz olduğuna karar kıldı. Lakin gözlerinin etrafındaki çizgiler kadının görünüşünü yumuşatıyordu. Cildi güneş yanığı bronzluğundaydı, büyük ihtimalle yabanda fazla vakit geçiriyordu.
Sonunda oturmayı başardığında bacağındaki ağrıya rağmen ayak parmaklarını rahatça hareket ettirebilmesine sevindi. Kadından bakışlarını uzaklaştırabildiğinde görmeyeli kulübesinin aldığı yeni hal karşısında kaşları yükseldi. Kırık penceresi tahtalarla örtülmüş, yerler süpürülüp silinmiş, ocağın yanına bir hafta idare edecek kadar odun istiflenmişti.
Bu düzenin yaşlı kadına ait olmadığını bilerek "Loti kadın nerelerde?" diye sordu.
"Gelmesine gerek olmadığını söyledim," dedi genç kadın. Bir yandan da elini Durwa'nın alnına dayadı.
Yaşlı adam bakımsızlıktan gelişigüzel uzamış gri saçlarının arasından tenine değen serin elin tütün koktuğunu fark etti.
"Ateşin düşmüş," dedi Natina. İhtiyar ayaklarını yataktan sarkıtmaya kalkışınca "Ama bence hemen ayaklanmamalısın," diye aceleyle ekledi.
Durwa kadınla göz göze gelmekten kaçınarak "İşemem lazım," dedi.
Sanki günlerdir içinde tutuyormuş da şimdi farkına varmış gibi hissediyordu. Yataktan kalktığında zayıflıktan üzerinden dökülen kıyafetlerinin ter, is, ilaç ve hastalık gibi koktuğunu, eşyalara ve duvara tutunarak kapıdan çıktığında yüzüne çarpan soğuk ama temiz hava sayesinde fark edebildi.
Durwa kadının onu takip ettiğini fark edince "Gelmene gerek yok kızım, helayı bulabilirim," dedi.
Yağmurdan sakınmak için saçağın altında kalarak, düşmemek için de kulübenin duvarına tutunarak ancak üç adım atabildi, daha fazla gidemeyecekti. Ağaçların gölgesindeki küçük hela barakasına öfkeyle baktı, hala çok uzaktı. Çıplak ayakla yaralı bacağını sürüyerek duvarın köşesini döndü ve kadının görüşünden uzak kalmaya özen göstererek orada durdu.
Kısa bir süre sonra kulübeye döndüğünde masanın üzerindeki iki metal kupadan dumanlar yükseliyordu. Soğuğu da beraberinde getirerek kapıyı kapattı. Döşeğine oturduğunda tüm gücünü dışarı çıkıp geri dönmek için tükettiğini anladı. Bacağındaki yağmur ve kanla lekelenmiş sargıya gözü takıldı. Uli'nin şifalı elleriyle göz kapayıp açıncaya kadar yok olabilecek bir yara nedeniyle günlerdir ateşler içinde yatıyordu. Bir ara neredeyse öleceğini bile düşünmüştü. Bu lanet olası diyara yapacağını yapmış olarak gözlerini hiç sakınmadan yumabilirdi hâlbuki. Sadece Uli'yi bir kere daha görebilmeyi isterdi.
Kupalardan biri eline tutuşturulduğunda kadının varlığını hatırladı.
"İç bunu, kemik suyu."
"Buralı değilsin," dedi Durwa titreyen elleri nedeniyle çorbayı üzerine dökmekten çekinerek. "Olsaydın mutlaka tanırdım."
Diğer kupayı eline alıp sandalyeye oturduğunda kadın sadece "Değilim," dedi. "Sargını değiştirmemiz lazım."
Konuyu değiştirdiğine göre kendinden bahsetmek istemiyor olmalıydı, Durwa da üzerine gitmedi. "Nine mi istedi?" Kendi yaşını unutmamıştı elbette, ama yaşlı kadına kasabalılar gibi hitap etmekte hiçbir sakınca görmüyordu. "Bu ihtiyara bakmanı o mu istedi?"
Natina "Seni üzerinden attığı için epey rahatladı," diyerek durumu biraz çarpıtmayı tercih etti.İkinci gün de dediği gibi gelen yaşlı kadının kendisine ayak bağı olacağını bildiğinden ertesi gün gelmemesi için zor da olsa ikna etmişti. "Kış günü sabah akşam kasabanın dışına çıkmasının kemiklerine iyi gelmediğini söyledi." Ocaktaki ateşten piposunu tekrar yakan kadın "Sakıncası var mı?" diye sordu.
"Tütünden bana da ayırdığın sürece umursamam," dedi Durwa eliyle devam etmesini işaret ederken.
"Kalacak yere ihtiyacım vardı."
"Göveri hanında kalabilirdin." Durwa kemik suyundan ufak bir yudum aldı. "Elin lezzetliymiş." Ancak devam etmeyerek kupayı yere bıraktı.
Kadın kendi kupasını hafifçe kaldırarak ihtiyarın iltifatına teşekkür etti. "Böylesi daha ucuz," dedi kadın. "Dışarıda fırtına koparken insan pek ince eleyip sık dokumuyor."
Kendini yavaşça döşeğe bırakan Durwa "Daha ne kadar kalacaksın?" diye mırıldandı.
Natina "Yağmur ne zaman yolumdan çekilirse," derken yeniden uykuya dalan adamın onu duymadığından emindi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIZIL (Berweuli II. Kitap)
FantasíaBerweuli serisinin 2. Kitabı "Kızıl" ı okumaktasınız.