dream theatre, space-dye vest
bölüm bir: falez
Küçükken, sırf onlara ve kusursuz güzellikteki kanatlarına zarar vermemem için uydurulan "kelebeklerin ömrü bir gündür" yalanına inanan kız çocuklarından yalnızca biriydim.
Her ne zaman, karşıma görkemli kanatlarını göz alıcı bir şekilde çırpan bir kelebek çıksa, o kanatlar benim kalbimde çarpardı. Aklımca, kelebeklerin bir gün sürecek hayatlarını güzel geçirmelerini sağlıyordum. Onları uzaktan seviyor, avuçlarıma hapsedip özgürlüklerini kısıtlamıyordum.
Kelebekler, benim için özgürlük demekti. Kanat çırpışlarının ardında saklı yalnızlığı sadece kendilerinin bildiğini düşünürdüm. Dışarıdan bakıldığında esareti kabullenmeyecek güçlü bir yaratık, kendi kozasına çekildiğinde kendi yalnızlığının esiri...
Kendimi bir kelebekle eş tuttuğumu söylemiyordum; ben bir kelebek değildim.
Ben, Nilen Tandoğan, bir kozaydım. Başkalarının özgürlüğü için can veriyor, hayatın beni bir kez kırdığı yerden parçalara ayrılıyordum.
Gördüğüm en güzel çiçeğe, beyaz krizantemime bakarken yüzümde buruk bir tebessüm vardı. Sularken aşırıya kaçmamak için büyük bir savaş veriyordum. Elimdeki fısfıstan toprağa aktarılan su, çiçeğimin yapraklarını parlatıyorken, sekizinci hamlemde fısfısı bir kenara bırakarak saksının etrafında kalan toprağı işaret parmağımla sildim.
Bakışlarım duvardaki saati bulduğunda gün doğumuna tam altı saat kaldığını fark ettim. Saatler sonra bu şehrin sokaklarını gözleri kör eden bir gün ışığı kaplardı. İnsanlar bir yerlere yetişmek için büyük bir telaşın içine girer, gülümsemeyi unutmuş yüzler güneşin ısıttığı sokakların buz kesmesine sebep olurdu.
Dükkânın camlarına yansıyan kadına baktım. Lacivert, kadife kazağımın uzun kolları, kare yaka derin bir dekoltesi vardı. Altımda koyu renk, dar bir kot pantolon ve bileklerimin biraz üzerinde biten deri postallarımla bir randevu için gayet iyi göründüğümü düşünüyordum. 07.51. Telefonumun ekranından bir kez daha saati kontrol ettiğimde artık çıkmam gerektiğine karar vermiştim.
Şehrin neredeyse öteki ucunda bir randevum vardı.
Randevu... Bu kelime uzun süredir lügatımda yoktu. Ben geçtiğimiz birkaç çift aydır kendimden de yalnızdım. Kendimle bile olmaktan uzaktım. Tezatlığa bakın ki babamın ısrarları sonucunda kendimi bir grup terapisinden içeri düşmüşken bulmuştum. Doğrusunu söylemek gerekirse korkuyordum. Burada bir çiçekçi dükkanında aylarımı tek başıma geçirmişken birdenbire bu denli insan içine çıkmak beni ürkütüyordu. Ama emir büyük yerdendi. Bu sefer karşı duramayacağım kadar büyük bir kuvvetten. Ben düşüncelerimin arasında boğulmak üzereyken bir çan sesi kulaklarımda patladı. İrkildim.
Kapının ardından beliren silüet beni izledi. "Korkuttum mu seni kızım?" Bu şehirde yüzümü güldürebilen tek tük insandan birine, Yunus amcaya baktım. Sanki ağzımı açacak olsam, dudaklarımdan kanlar fışkıracaktı. Başımı iki yana sallamakla yetindim ve suratıma yalandan bir gülümseme kondurdum.
"Nasıl gidiyor işler?" diyerek bana bakan adama karşın omuz silkmiştim ancak bu hareketimde herhangi bir art niyet yoktu; her zamanki gibi işte, demeye çalışmıştım. Kendimi düzeltme ihtiyacı içinde mırıldandım: "Normal."
Aslında işlerin iyi gittiğini söyleyemezdim. Artık; bayram ya da seyran olmadıkça insanlar birbirine çiçek almıyordu.
Hoş, ben de bu işi para kazanmak için yapmıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KANLI KRİZANTEM +18
Action"Söylesene sevgilim, bir toplu iğnenin ucunda kaç melek dans edebilir?"