Ben yaparım.....
“Anlamadım” dedi Nergiz ama aslında anlamıştı fakat anlamamış olmayı istiyordu. Ama belki de tek yol buydu.
“Anladın abla” dedi Yeliz O da biliyordu. “Abla senin anladığını aslında tam olarak ne demek istediğimi biliyorsun" diye devam etti fakat olayın vahameti ve de konuştukları konunun derinliği böyle bir cevaba yol açmış. Nergis belki de ne demeliyim diye kendine birkaç saniye olsa düşünme payı yaratmak istemişti , böyle bir cevap yeliz'den duymayı düşündüğü en son şeydi ,buna verecek bir mantıklı cevabı yoktu, olamazdı. Hem hangi kadın Buna bir cevap verebilir, hemen olur tamam diyebilirdi.
Nergis kardeşini dertleşmek ,canını yakan bu vahim olayı paylaşmak için çağırmıştı. Bunu yapabileceği başka kimsesi de yoktu. Onlar Manisa çocuk esirgeme de birlikte büyüyen aralarında 7 yaş aralıklı 2 kız kardeşti. Anne ve babaları Yeliz sadece 3 yaşındayken bir trafik kazasında ölmüş 2 kardeş yetimhane denilen o hayat okulunda yaşamak zorunda kalmıştı. Oradan ilk olarak Nergis çıktı henüz 18 yaşını bir gün geçmişti. Nergis'e 181 gün önce söylendiği ve de hazır ol dendiği gibi eşyalarını toplayıp o gün çıkıyordu. Daha doğrusu çıkmak zorundaydı.
Çok sorguladı bunu 180 gün boyunca , evet o yasal olarak 18 yaşında çocuk olmaktan çıkıyordu. Kanun nezdinde reşit yetişkin oluyordu. Ama bir gün sadece bir gün önce çocuk iken ertesi gün nasıl yetişkin olunurdu? Sadece bir gün batıyor, bir gün doğuyordu. Yani dünya kendi ekseni etrafında sadece bir tur daha atıyor ,milyonlarca yıldır yaptığı trilyonlarca kez yaptığı gibi , Sadece bir tur daha dönüyordu. Peki niçin onu küçük bir sırt çantası 2,3 parça eskimeye yüz tutmuş kıyafet ve cebimde sadece 526 TL ile binadan 8 yıldır evi olmuş, ilk geldiğinde korktuğu, hiç girmek istemediği , boyaları dökülmüş ,yüksek çit ve duvarlarla bahçesi çevrili binadan ,çık diyorlardı. Evet, bu binayı ilk geldiğinde hiç sevmemiş hiç girmek istememişti ,hangi çocuk isterdik lakin geçen 8 yıl içerisinde 2 kardeş için yaşam yeri olan ,ev olan yuva olan bu soğuk ve kasvetli yerden fışarı çıkmak zorundaydı. Bunu hiç bir zaman anlamadı. Ve ona bu saçmalığı anlatabilecek bir insan da yoktu.
Lakin Nergis yapabileceği bir şey olmadığını da gayet bilincindeydi. Tüm korkularına rağmen yeni bir yol ayrımına girmek ,bu hiç ışık olmayan yolda yönünü bulmak zorundaydı. Nergis, 2 yıl önce okuduğu o kitaplarda yazdığı gibi tırtıl olarak başladığı bu yolda yaşama tutunasıya kadar yasayacaktı , Aynı tırtılın yaptığı gibi yabancı ya da yırtıcılar onu yemesin diye gerektiğinde kötü kokan otları yiyip, yeri geldiğinde hoş olmayan renklere bürünmek , doğru ana kadar sürünerek bir yaşam sürüp, doğru anda da kendi kozasını örüp oradan yepyeni bir yaşama, renk dolu bir görüntüyle uçup güzel bir hayata kanat çırpacaktı. Nergisin her şeye rağmen hayalleri vardı ,bu hayaller için mücadele edip tüm sıkıntılı yolları atlatıp en azından yeliz’e yol gösterecekti. Yeliz onun tek kıymetlisi ,yaşayan tek yakını, canı, kardeşiydi. Hem büyük olan nergiz idi. Ve büyük olan Nergis olduğuna göre Yeliz onaya emanetti. Onu sık sık ziyaret edecek kendine reva görülen bu bilinmeze yolculuğu Yeliz'in yaşamasına mani olup onun için bir hayat hazırlayacaktı.
Yetimhaneden ayrılık süreci çok zor oldu ,aslında zor olan gitmek değildi asıl zor olan geride bıraktıklarıydı. Nergis burada en güzel zamanları olması gereken ama cefa ile geçen 8 yılını bırakmıştı ,tabii ki az da olsa güzel anıları da vardı fakat acı tatlı tüm anıları buradaydı ,hepsi o eşikten çıktığı anda orada kalacaktı tabii ki. En zoru da henüz 11 yaşında olan küçük kalp, kız kardeşini bırakmaktı. O daha çok küçüktü ,burada yalnız ne yapar diye düşünüyor ,onun henüz yaşamadığı tüm acıları şimdiden bilip , hissedip ,kendi topluca yaşıyordu, içi yanıyordu. Kalbinde müthiş bir sızı vardı ,telafi olmuyordu ,Nergis o sırt çantasına son 8 yılı sokmuş oradan ayrılmak üzere iken anlamaya çalıştı ,bir organik canlının kalbi nasıl böylesine sızlayabilirdi. Onun kalbi aslında bir yara almamıştı ,ne kanıyor ne de aldığı yarayı tamir ediyordu zaten. Bu şu an mümkün de değildi ama nasıl böyle bir acı yaşıyordu. Aslında fizikken olmayan , ancak bir bıçak girmiş de orada hani nasıl derler? Kanırta kanırta kanatıp acıtıyordu. Ama yoktu aslında böyle bir şey. Fakat yine de sızlıyordu. Acı tüm bedenini inletip tittetiyordu . Artık vakit gelmişti. Şimdi gitmeli, küçük kız kardeşiyle vedalaşmalıydı, O çok küçüktü bu durumu anlamıyor, anlayamıyordu. Onu incitmemek için, o terk edilmişlik hissini yaşamaması için bizzat izah etmeli ,anlamasını sağlamalıydı tabii ki anlayabildiği kadar. keşke dedi ,keşke onun da yanımda götüre bilsem ama nereye götürecekti insan canını, sevdiğini bir yere götürmesi için önce nereye gideceğini bilmesi gerekmez miydi? Tabi ki gerekirdi. Onun elinde sadece izmir’den 3 ay önce aldığı bir mektup ve bir adres vardı, cebinde de oraya gidecek kadar parası anca vardı.
Nergis canı gibi sevdiği küçük kardeşinin yanına gelmişti, küçük kız olacak şeyi az çok biliyordu aslında, o gün metal bardaklarla ikram edilen buz gibi çayın yanındaki o sade kahvaltıdan da yememiş ,doğruca doğu tarafında yurdun en sakin tarafındaki koruluğa bakan camın önüne ggelmişti, Dışarıyı minik gözleriyle izliyordu Nergis hep merak etmişti saatlerce 2 minik eline dayadığı çenesinin üstünde dengede duran o minicik ela gözlerle neye bakıyor ,ya da Küçük aklımdan onca süre neler geçiyor diye ama hiç öğrenememişti. Gerçi birkaç kez denemiş öğrenmek istemişti fakat mümkün olmamıştı ,tek duyduğu” hiç abla öyle bakıyorum “olmuştu. Küçük kızın sesi o kadar masum, o kadar kırılgandır ki Nergis üstelemeye Cesaret edemiyordu. Biliyordu, küçük Yeliz içine kapalı arkadaşlarıyla iletişimi olmayan bir çocuktu. Onun dünya ile tek bağı okuduğu masallar ve ablasıydı,Ama şimdi dünyayla kurduğu 2 bağdan biri kopuyor ,ablası gidiyordu. Geriye sadece hayal edebileceği o hikayelerden oluşan masallar kalıyordu.
“Ben çalışmaya bize bir ev bir yuva hazırlamaya gidip sonra da gelip seni alacağım ama bu arada seni hep ziyaret edeceğim”. Nergis göz torbaları dolmuş ağlamamak için kendini o kadar zor tutuyordu ki bunun bir tarifi yoktu ama Yeliz tamam abla diyebildi sadece. Ve bu 2 kelimenin ses tonu. Yeliz’in tüm duygularını anlatmaya yetmişti. Nergis onun ağlamamasına, hiç üzülüp sızlanmamasına ,tepkisiz ,öylece dışarı bakıp sanki çok normalmiş gibi davranmasına anlam veremiyordu. Hiç düşündüğü gibi olmayışından Memnun du aslında ,ama bir taraftan da keşke ağlasa, feryat etse, minik kalbinin yansıması yine o küçük pembe dudaklarında duyulup, nergisin tesellisi ile bir nebze rahatlasaydı ama olmamıştı. Küçük Yeliz minik ela gözlerini ablasından esirgememiş, doğruca dışarı arka eski camdan görünen neşe koruduğuna bakıyordu.
O ne zaman , kimin diktiğini bilmediği koruluk ,dingin bir havadaydı, öylece hep birlikte birbirlerine tıpatıp benzeyen ağaçlar vardı ,ama tabii ki uzaktan öyle gibi duruyordu. Nergis bu yaşımda yetişkin olduğu iddia edilen yaşının ilk gününde bir şeyden emindi. Oradaki onlarca hatta yüzlerce ağaç aynı türde olsa ,aynı toprak üzerinde, aynı gökyüzüne uzanıyor da olsa ,aynı gün ışığından ,aynı yağmur damlalarından beslenen, aynı karbon monoksit alıp ,tüm nefes alan camlara yaşasınlar, var olsunlar diye oksijene çeviren dalları birbirine sarılmak ister gibi uzanmış ,kaynaşmış ,karışmış olan artık ulu ağaçlara dönüşmüş korulukta ki ağaçların her biri farklı özelliklerde,farklı Yapıda, farklı görüntüde canlılar topluluğu uydu. Aynı insan familyası gibiydi. Aslında birbirlerine benzeyen ,başka insanlar gibi her şeyi aynı olan ancak tüm yapısı birbirinden farklı insanlar gibi, ama o koruluktaki ağaç familyası ile insanları birbirinden ayıran net bir şey vardı. Kuruluğu izlemek bir dinginlik, sükunet sağlıyor ,insanı tüm karmaşadan, korkudan huzursuz ve iç dünyadan çekip alıyordu. Lakin insan topluluğunu seyrin aksine neydi bu?
Evet, aslına bakarsan, onların da birbirine ihtiyacı vardı ,hani hızlı, güçlü bir rüzgarda eğilmemek için ,o aynı sarılmak ister gibi birbirine uzanan dallar ile tutunup güç verilirdi birbirlerine , ya da bahar geldiğinde tohumlarını o en sevdikleri ,güç aldıkları toprağa atar ,uygun anda ondan çıkan fidanları yavrularını koruyup kollarlardı, Çünkü ne kadar ulu ve heybetli de olsalar ömürlerinin bir sonu vardı. Onlar görüçtüğünde yerlerine işte o fidanlar yükselecek , buradan göçen atalarının yerlerinde yükseldikleri gibi ve aynı o tohum oldukları yere düştükleri ataları gibi Heybetle yükselecekler artık biz varız ve de bu familyayı biz ayakta tutacağız diyeceklerdi. Belki de tohum olup düştükleri ağacın yanında dibinde de yükselip rüzgarda ona destek olup yaşlı köklerini destekleyip, onlara güç vereceklerdi. Zaten insanlarda öyle değil miydi bir fidan olurlardı, aynı yeliz’in olduğu gibi ,onları koruyan aşırı güneşten sakınan ,rüzgarın ulaşmasını engelleyen ,her tür zora mani olan, büyüklerinin atalarının gölgesinde büyür, yükselir ve de onu koruyup kollayan ,onlara gün gelir güç verir, Onlara destek olurlardı. Neydi ki insanlarla ağaçları birbirinden ayıran aslında ,evet ayrıntı tek bir şey dışında aynıydı. O da ağaçlar kendi ırklarına karşı vahşice hunharca, acımasızca davranmazdı. Sen onun tohumu musun, Bu benim fidanım değil demezler ,hep bir ve de aynı gücüyle korur kollar ,güçlenirlerdi peki ya insanlar? Bazen kendi tohumlarına, kendi çocuklarına bile acımaz ,bencilce yaşarlardı ,işte böylesine akıllı varlıkların böylesine akıldan yoksun eylemlerini Yeliz küçücük aklıyla Anlamıyordu ve kalan uzun ömründe de anlayacağını hiç sanmıyordu.
Nergis Yelizin yakın olarak ,akraba olarak ,büyük olarak tek , yegane tanıdığı insandı. O bu binanın öncesini neredeyse hiç ama hiç hatırlamıyordu. Buraya geldiğinde sadece 3 yaşındaydı. Geçen 8 yılda tüm hatıraları buradan ibaret olmuştu. Tabii hatıra dediysek öyle melankolik iyi hatıralar sayılmazdı.Onu gülümseten ,yaşanmışlıkları yoktu ,mesela annesi ona uyurken ninni söylememişti ,sıcak yatak odasında sessizliği ,renklerle bezeli duvardaki mobilyalardan yankı yapan, yumuşak sesiyle babası hiç masal okumamıştı. Bugün sana ne okumamı istersin diye sormamış ,onun masal dinlerken babasının sesini duyduğu huzuru, güveni yaşayıp dalıp gitmeye hazır olan, gözlerini görünce üstünü örtüp küçük alnına “hadi ufaklık, rüya aleminde iyi bir seyahate çık” der gibi bakıp üstünü örtüp giyıldızlar.Yıldızların ,ay'ın aydınlattığı gecede , güvercinlerin duvara yansıma yapmasına sebep olan gece lambasını yakarak “O sadece yansıma Yeliz hadi uyuyun”dememişti.
Yeliz gece vardiyası şefi Fatma. Ablanın sesini duymuş uykusu gelse de gelmese de gacırdayan eski yatakta ses çıkmasın diye sağa sola bile dönmeden uyumuştu ,koridorda yanan ampulün kapı üstündeki camdan sızan loş ışığıyla ama her şeye rağmen Nergis yanındaydı ,her şeye rağmen ablası hep vardı. Yeliz sadece 2 şeyde huzur buluyordu. Biri Nergis'in kolları, diğeri de işte bu camın önündeki neşe kuruluk manzarası.
Bu cam onun mabedi gibi olmuştu. Her üzüldüğünde buraya gelir ağlardı. Her korktuğunda buradan birbirine dayanan, güç veren ağaçlara bakar ,kendini içlerinden birinin yerine koyar ,onlardan güç alırdı. Tabii nadiren de olsa mutlu olunca da gelirdi buraya ,onlara sessiz bir haykırış ile içinden ama ta kalbinden ,en samimi çocuk duygularıyla anlatırdı ,çünkü yeliz’in 2 şeyi vardı ablası ve koruluğu. Ama biliyordu Nergis bugün gidecek onu burada yalnızınlığın kol gezdiği tüm iktidarın yalnızlık ve kimsesizlik in elinde olduğu yegane yerde yalnız bırakacaktı. Peki o gidince ne yapacaktı Yeliz, Hani bazı günler annesini özlediğinde bakardı onun yüzüne ela gözleriyle ve de annesini hatırlamaya çalışırdı. Peki şimdi kime bakacak? Üzüldüğünde ya da bir görevli ona bağırdığında titreyen bacakları küt küt atan kalbiyle kime koşup güvenli kollarına sarılacaktı. Yelisi içine oldukça kapalı, sessiz bir kızdı. Yanında var olabildiği tek nefes olan ablası o gün gidiyordu. Yeliz o gün o camın önünde sırdaşı, kurulukdaki o Ulu meşelere feryat edip anlatıyor, onlardan belki yardım istiyordu. “Lütfen gitmesin ona mani olun ,lütfen beni anlayın, onun kalmasını sağlayın” diyordu. Ama görünen oydu ki mani olamıyorlardı ve yine görünen oydu ki Nergis gitmek zorunda olduğunu söylüyor, Yeliz ise bunu anlamıyordu ,Ekliyordu Nergis bizim için yeni bir hayat kurup seni gelip alacağım diyordu. Tamam, daha iyi bir hayat isterdi istemesine de ya olmazsa ,Ya kurulamazsa, Ya gelmezse ya onu burada yapayalnız bırakırsa işte tüm bu ya ile başlayan cümleler onun minik kalbini ürkütüp küçük aklını kurcalıyordu. Yeliz hiç tepki vermedi. Aslında ağlamak hıçkıra hıçkıra ağlamak ,gözyaşlarıyla durdu o pencerenin önündeki döşemeyi ıslatmak pahasına ağlamak istiyordu ama yapamadı orada öylece tepkisiz durdu. Adımlarını duyduğu andan ,adım adım uzaklaşan ablasına dönüp bakmadı ,ama olmuyordu. Nergis onun tek yakını ,tek canı, ablasıydı. Nergis ‘i sevdiği gibi onun da kendini sevdiğini biliyor sözüne tutacağını umuyordu.
Nergis o gün Manisa şehirlerarası otobüs terminaline gelene dek ağlamıştı. Yolu yayan geldi, parası sınırlıydı ,bir dolmuş parası bile kıymetliydi ama o daha çok ağlamak, tüm acısını, yalnızlığını yaşamak ,bilinmeze olan bu yolculuğuna başlarken belki de tüm korkularını gözyaşları ile atmak istiyordu. Çünkü onun korkma hakkı yoktu. O güçlü olmalı bir hayat kurmalı ve de onu canını, tek kardeşini yanına almalıydı. Aslında onların başka aile bireyleri yok değildi vardı. Ama kimse onları aramamış, merak etmemiş, kendi hayatlarına devam etmiş , sanki hiç var olmamışlar gibi davranmışlardır , belki böylesi daha kolay gelmişti ,olsun diyordu Nergis biz varız, ikimiz varız ,hem üstümüzde bir çatı ,önümüzde annemin yemekleri gibi olmasa da bir tas çorba , bir makarna vardı ,Aç yatmıyor soğukta dışarıda kalıyorlardı. Tabi bugüne kadar öyleydi.
Nergis Pamukkale turizmden bir izmir bileti aldı ,otobüsün kalkış saatine kadar olan 40. Dakikada dışarıda üstünde Manisa park bahçe yazan ahşap, aşınmış bankta oturuyordu. Etraf kalabalıktı ,büyük bir telaş vardı ama Nergis kendini o kalabalıkta çok yalnız hissediyordu. Öyleydi de. Cebinden o mektubu çıkardı. Aslında her satır ezbere biliyordu. Yine de çıkartıp baktı. Mektup hal hatır sorsa da son kıtada bir adres veriyor. Izmir, bornova’da Mevlana mahallesi’nde 1426 sokağa işaret ediyordu.
Mektubun sahibi bir yıl evvel yine büyüdün denip sokağa yollanan ve de gitmeden sarılıp 40 dakika birbirlerinin omzuna gözyaşları damlatıp ,tişörtlerini o en saf sıvı ile ıslattığı Nagihan’dı. Nagihan içlerinde en girişken ayakları yere en çok basandı. Tabii onun hikayesinde de ayrı bir trajedi ayrı bir dert yaşıyordu, Nagihan mardinli süryani bir ailenin kızıydı , şiddetten ,her gün yemek yer su içer gibi kocasından dayak yiyen annesi ona bunu reva gören eşini , kocam dediği adamı öldürmüş ,tabii sonucunda toprağa giden kocası ile aynı gün izmir kapalı kadın cezaevine gitmişti. Tabi Nagihan da o gece yurtta onların hemen yanındaki ranzada ağlayarak ama içten içe gözyaşı dökerek yatmıştı.
Işte o gece o ilk gece tanıştılar. Nergis onun yanına gidip tüm gece soru sormadan ,ne oldu demeden, sadece elini tutmuş Nagihan'a sadece yalnız olmadığını hissettirmiş, düşmesin diye elini tutmuştu. Nagihan geldiğinde 16 yaşında genç bir kızdı. Bu dünyayı gerçek dünyayı biliyordu o nedenle hiç korkmamıştı giderken ve gözyaşları ise korkudan bu binadan gittiği için değil, gözyaşları son 2 yılda edindiği kardeşlerinden ayrıldığı içindi. Artık ikisi de kardeş olmanın yolunun aynı anne ya da aynı babadan gelmediğini. Kısacası, başka bir ağacın tohumundan olan fidan da olsan kardeş olduğunun ispatıydı .evet oraya gidiyordu ,”elinden tutma vakti bende kardeşim “diyen nagihanın yanına gidiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BEYAZ LALE
ChickLitDüşünsenize en yanlış zamanda hayatınıza dokunabilecek en doğru insanı bulursunuz ancak çaresizce aranıza setler örüp ,sahra misali çöller koyup onu ancak çölde bir serap gibi hayal edebilirsiniz... işte o an ölmek hatta hiç var olmamış olmak...