Elektrikli süpürgenin sinir bozucu sesiyle gözlerimi sinirle açtım. Eğer uyuyorsanız bu ses kulağa çok sinir bozucu geliyordu. Ve ben neredeyse 10 dakikadır yeniden o tatlı uykuma dalabilmek için yatağın içinde dönüp duruyordum fakat halamın evi süpürmeyi bitirmesi artık imkânsız gibi gelmeye başlamıştı.
Bunu benim uyanmam için yaptığına adım kadar emindim ama kanıtlayamazdım. Sabahın bu erken saatinde ev süpürmesinin başka herhangi bir açıklaması olduğunu kesinlikle düşünmüyordum.
Bir hışımla yataktan kalktığımda sol elimin baş ve işaret parmağıyla gözlerimi ovuşturuyordum. İnci’nin ben hastanedeyken aldığı kıyafetler üzerimdeydi ve başka kıyafetim yoktu. Eda da bana kendi kıyafetlerinden vermek istemediği için bu şekilde yatmak zorunda kalmıştım.
Eda odada değildi, yaklaşık on dakika önce uyandığımda da yatağında yoktu. Bu yüzden bile bu ev süpürme işini halamın aklına onun soktuğunu düşünebilirdim.
Odada Eda ile kalmak zorundaydım çünkü başka kalacak bir yer yoktu. Evleri oldukça küçüktü ve benim kalmam için başka bir oda yoktu. Bu yüzden bir de sürekli Eda’nın laflarına maruz kalmak zorunda oluyordum. Haksız olduğu her durumda halamı çağırıyor ve bir şekilde ikisi birlikte üste çıkmayı başarıyorlardı.
Kapıyı açıp odadan çıkacakken gördüğüm manzarayla olduğum yerde durmak zorunda kaldım. Halamın odanın kapısının tam önünde elinde elektrikli süpürgenin sapıyla kapının önünde bekliyordu, süpürmüyordu bile.
Bu kadar da olmaz diye düşünürken halam sürekli yeni kötülüklerin peşindeydi. Zaten dün akşam onlara geldiğimden beri laf altından bana söylemediğini bırakmamıştı. Eniştem de olduğu için doğrudan söylememişti ama yine de iğneleyici kelimelerini yüzüme vurmuştu. Gece de bir süre halam ve eniştemin tartışma seslerini duyarak uyumak zorunda kalmıştım.
“Hala sen ne yapıyorsun sabahın bu saatinde? Bir de kapımın tam önünde süpürgeyle bekliyorsun. Hayır yani anladım beni istemediğini, sadece birazcık anlayışlı olmayı deneyemez misin?” İsyan edercesine kurduğum cümleler halamın hiç umurunda gibi durmuyordu.
“Görmüyor musun ev süpürüyorum. Geldiğin günden beri batırdın zaten her yeri. Rahatsız oluyorsan kapı orada.” Kurduğu cümleler kaşlarımın havalanmasına sebep oldu çünkü geleli daha bir gün bile olmamıştı. Ayrıca bana, ona göre kibarca olan ifadesiyle defol git diyordu.
“Merak etme en kısa zamanda gideceğim zaten. Bende sizi görmeye bu kadar meraklı değilim. Eniştem olmasa bir dakika durmam burada.” Çatık kaşlarımla halama bakarken oda bana aynı ifadeyle bakıyordu. Daha sonra kalbimi bin parçaya ayıran o cümleyi kurdu:
“Umarım evimden bir an önce defolup gidersin de engelli bir insana daha fazla bakmak zorunda kalmam.”
Gözlerim doldu o an, hiçbir şey yapamadım, ağlayamadım bile. Adeta beynimden vurulmuşa döndüm. O an tek istediğim buradan defolup gitmekti. Halamın yanından geçip dış kapıya gittim ve aceleyle kendimi dışarı attım. Kapıyı ardımdan çekip kapattım ve oradan koşarak uzaklaştım.
Kendimi bir parkın içinde bulduğumda boş gördüğüm ilk banka oturdum. Nefes nefese kalmıştım ama bunun koşmamla bir ilgisi yoktu. Zoruma giden şey halamın beni evinde istememesi değildi, bunu zaten biliyordum. Asıl zoruma giden şey bana engelli demiş olmasıydı.
Bu kesinlikle utanılacak bir şey değildi, sadece bunu ilk defa yüzüme çarpan kişi olduğu için afallamıştım. Ben kendime her seferinde artık yarım bir insan olduğumu söylerken bile bu kadar yıkılmış hissetmemiştim. Başka bir insanın bunu yüzüme vurması kendimi batan bir gemiymişim gibi hissettirmişti.
Dolu gözlerimden bir bir yaşlar akmaya başladığında istemsizce bakışlarımı sağ koluma çevirdim. Artık dirseğimden itibaren yerinde olmayan sağ tarafıma baktım. Aslında işte o zaman anladım her şeyi.
Artık herkes bana bu şekilde bakacaktı. Sürekli bir kolumun olmadığını yüzüme vuracaklardı. Artık kimse beni sevmeyecekti ve ben artık sevilmeye layık değildim.
Asında bu asla yargılanması gereken bir şey değildi. Sonuçta hepimiz birer engelli adayıydık. Ben nereden bilebilirdim başıma bunların geleceğini. Kimse bilemezdi. Ama bazı dengesiz insanlar çıkıyor ve bu sanki bizim elimizde olan bir şeymiş gibi muamele yapıyorlardı. Halam gibi.
Ağlamak istemiyordum ama kendime engel de olamıyordum. Ben şimdi ne yapacaktım? Nereye gidecektim? Artık gidecek bir evim bile olmadığını hatırladığımda gözyaşlarım şiddetlendi, usulca yanaklarımdan aktılar. Ağlamak istemiyordum ama şu an hıçkırarak ağlıyordum.
Bakışlarım önüme döndüğünde hiçbir yere değil sadece yere bakıyordum. Kafamı kaldıracak, başımı dik tutacak gücü kendimde bulamıyordum artık. Sanki o kazayı geçirmiş olmasaydım annem ve babam hayatta olacaktı. Benim hayallerim yüzünden bir kolumdan, anne ve babamın hayatından olmuştum. Bütün bunlar benim suçumdu.
Hayallerime giden yolda gerçek dünyayla karşılaşmıştım. Bu yaşıma kadar hayatı hep çok tozpembe olarak görmüştüm. Sanki bu zamana kadar her şey peri masalıydı da şimdi masal bitmişti. Sanki rüya görüyordum da şimdi bir kabusa uyanmıştım.
Gerçek dünya acımasızdı. Daha acımasız olan ise insanlardı. Hayatın karşıma çıkardığı engellerden öğrendiklerimin bir tanesi de buydu. Ama sanki öğrenecek çok daha fazla şeyim vardı.
Düşüncelerimin arasından zorlukla sıyrılabildiğimde gözyaşlarım akmayı bırakmıştı. Kafamı yerden kaldırıp önüme baktığımda salıncakta sallanan, arkası bana dönük bir kız çocuğu gördüm. Babası onu her ittiğinde daha çok gülüyordu. Annesi de ön tarafında bir banka oturmuş kızına gülümseyerek bakıyordu. Küçük kız minik elini kaldırıp annesine el salladığında o da küçük kıza aynı şekilde el salladı.
Bu an dudaklarımda buruk bir tebessüm bıraktı. İstemsizce küçük kızı kendime benzetmiştim. Bende küçük bir kız çocuğuyken salıncakta sallanmayı çok sever neşeyle kahkahalar atardım.
Babam beni her salladığında kendimi sanki gökyüzünde uçan bir kuşmuşum gibi hissederdim.
Bu manzaraya daha fazla bakamadım çünkü kalbimin sızladığını hissediyordum. Banktan kalktığımda nereye gideceğimi bilmiyordum. Öylesine yürüyor zihnimdeki sesleri susturmaya çalışıyordum.
Yanımda ne bir eşyam vardı ne de telefonum. Sabahın erken saatlerinde olduğumuz için İnci’ye gidip onu da rahatsız edemezdim. Ayrıca onun hastanede olabileceği ihtimalini düşünüp bundan vazgeçtim.
Başka da gidecek hiçbir yerim kalmamıştı. Eğer Beril bana ihanet etmeseydi hiç düşünmeden ona gidebilirdim ama artık bu söz konusu bile olamazdı. Yağız ve Aral’a da gidemezdim. Hem zaten Aral’ın evini bile bilmiyordum. Cebimde para olsaydı otele gidebilirdim ama o da yoktu. Ne gidecek bir yerim vardı ne de kendi başımın çaresine bakabilmeme yetecek bir miktar para.
Öyleyse gidecek tek bir yer kalıyordu: doğup, büyüdüğüm evim. Yanmış olabilirdi, yıkılacak duruma bile gelmiş olabilirdi. Ama nihayetinde orası benim evimdi. İnsanın en rahat ve güvende hissedeceği yer kendi eviydi nasıl olsa.
Taksiye verecek bile param olmadığı için yürümek zorundaydım. Hava çok soğuk değildi, yavaş yavaş havalar ısınmaya başlamıştı fakat az da olsa üşüyordum. Ne zamandır doğru düzgün yemek yiyemediğim için de güçsüz düşmüştüm, öyle ki çabuk yorulmuştum. Neyse ki halamların eviyle bizim evimizin arasında pek mesafe yoktu. Muhtemelen yürüyerek yarım saatti.
Bana sanki saatler gibi gelen o dakikaların ardından ancak eve gelebilmiştim ve gördüğüm manzara içler acısıydı. Çocukluğumun geçtiği, aile kokan bu evin dört bir yanı artık kömür karası islerle çevriliydi.
Bahçenin kapısını sol elimle itip içeri girdim ve bahçemizdeki çiçeklerin de cansız olduğunu fark ettim. Keşke o rengarenk çiçekleri kurtarma şansım olsaydı. Çilli de ortalıkta yoktu. Minicik bir kediye bile sahip çıkamamıştım. Belki de bu yaşadıklarımı hak etmişimdir diye düşündüm. Belki de bunların hiçbirisi sebepsiz değildir. Belki de geçmişte fark etmeden büyük bir hata yapmıştım ve şimdi de cezasını çekiyorumdur.
Fakat her ne olursa olsun bu kadarı da çok fazlaydı. Anne ve babamın emanetine bile sahip çıkamamıştım. Çilli’yi de kaybetmiştim ve şu anda gerçekten tam anlamıyla kendimi kimsesiz hissediyordum.
Yavaş ve sarsak adımlarla bahçenin içinde dolanıyordum. Öylesine boş ve öylesine hissiz adımlar atıyordum ki kendimde değil gibiydim. Bütün anılarım, bütün yaşantım, bütün hayallerim evimle birlikte beni de terk etmişti sanki.
İnsanın kendini en iyi hissettiği yer evidir derler, peki benim şimdi kendimi iyi hissetmem için hiçbir gerek kalmamış mıydı? Artık bir evim yoktu, artık bir ailem de yoktu, kedim bile beni terk etmişken ben ne yapacaktım? Kimsesiz olmak böyle bir duygu muydu? Sanki hayatın hiçbir anlamı kalmamış gibi. Sanki en kalabalık bir meydanda tek başına kalmışsın gibi.
Kimse yok.
Hiç kimse yok.
Ailen bile yokken etrafında çok fazla kişi olsa ne olur? Sen yine kimsesiz kalmışsın.
Bahçenin duvarının dibine oturduğumda saçlarım gözlerimin önünü kısmen kapatmıştı. Sol elimi topraktan destek almak istercesine yere bastırdığımda canım acıdı fakat bu bedensel bir acı değildi. Yanımda destek alacağım kimse yoktu, yalnızca kuru bir toprağa tutunuyordum ve sırtım soğuk bir duvara yaslıydı.
Kendi sessiz iç çekişlerim arasında ince bir ses duydum fakat bu ses bir insana ait değildi, bir kediye aitti. Benim kedime aitti.
Başımı kaldırıp sol tarafıma baktığımda minicik, turuncu yavru kediyi gördüm. Çilli, minik ve ürkek adımlar atarak bana doğru gelmeye çalışıyordu. Gözyaşlarım durulduğunda sol elimi gelmesi için Çilli’ye açtım. Minik kedi birkaç adımda avucumun içine geldiğinde onu karnımın üzerine koydum ve sol elimin işaret parmağıyla başını nazikçe okşadım.
“Özür dilerim,” diye fısıldadım yavru kediye. “Seni kaybettiğim için beni affet. Bir daha asla seni yanımdan ayırmayacağım. Ben seni kaybetsem bile sen beni her zaman bulursun değil mi minik kedi?”
Çilli, söylediklerimi anlamış ve beni affettiğini söylemek ister gibi miyavladığında dudaklarımdaki tebessüme engel olamadım. Artık ağlamıyordum çünkü bu minik, uslu kedi bütün hüznümü alıp götürmüştü.
Dakikalarca belki de saatlerce orada öylece, hiç kımıldamadan oturdum. Çilli kucağımda uyuyordu ve ben onun başını okşamaya devam ediyordum. Hava kararmak üzereydi fakat ben nereye gideceğimi, ne yapacağımı kestiremiyordum.
Bu saatten sonra asla halamın evine yeniden gidemezdim. Muhtemelen eniştem de hâlâ işten gelmemiş olacak ki yokluğumu henüz fark etmemişti. Belki de fark etmişti ama nerede olduğumu bilmediği için gelememişti.
Zaten şu anda da kimsenin gelmesini istemiyordum. Sadece yalnız kalmak ve biraz kafa dinlemek istiyordum.
Açlıktan guruldayan karnım orada daha fazla oturmama izin vermedi. Ayrıca havalar ısınmasına rağmen akşamlar hâlâ soğuktu ve benim üstümdeki kıyafetler de pek kalın sayılmazdı.
Eve girmeye cesaret edemiyordum. Karşılaşacağım görüntü beni fazlasıyla korkutuyordu, bir de şimdi bununla yüzleşemezdim. Ben hareket ettiğim için Çilli de uyanmıştı ve o da açlıktan ve susuzluktan olsa gerek durmadan miyavlıyordu. Ben bir süre daha dayanabilirdim ancak Çilli dayanamazdı. Kendim için olmasa bile onun için bir şeyler yapmalıydım.
Eve bir kez daha bakmadan bahçeden çıktım ama nereye gideceğimden emin değildim. Şu anda tek seçeneğim İnci’ydi fakat onun evi de çok uzaktı. Telefonum olsaydı bile onu arayamazdım çünkü numarasını bile ezbere bilmiyordum.
Bir o tarafa bir bu tarafa dolanırken kapının önüne bir araba yaklaştı. Arabanın farları gözlerimi alırken Çilli’yi saklama ihtiyacı hissetmiştim fakat tek elimle bu pek de mümkün olmuyordu. Çilli’yi omzuma doğru koyarken bir elimle onu sıkıca tutuyor ve arabadan inecek kişiye bakıyordum.
Arabanın farları kapandı ve sonrasındaysa arabadan biri indi. O kişiyi gözlerim zorlukla seçebildiğinde gelenin Aral olduğunu fark ettim. Burada olduğumu nasıl anlamıştı da buraya gelmişti? Aslında tahmin etmesi çok da zor değildi ama neden buraya gelmişti ki?
Biraz olsun rahatlarken Aral bahçe kapısını aralayıp yanıma gelmişti bile. Tam karşımda durduğunda bana çatık kaşlarının altından bakıyordu fakat bende ona aynı şekilde bakıyordum.
İkimiz de fark etmeden aynı anda “Ne işin var burada?” diye sorduk. Onun cevabını bekledim fakat hiçbir şey söylemedi. Ben konuşmadan konuşmayacağını anlamam uzun sürmedi. Oldukça öfkeli gözüküyordu fakat öfkesinin sebebini anlayamıyordum.
“Burası ne olursa olsun benim evim, istediğim zaman gelirim. Asıl senin burada ne işin var?” Kaşlarımı hafifçe kaldırdım ve onun konuşması için bekledim.
“Seni bahsettiğim psikolog arkadaşıma götürmek için halanlara gitmiştim ama orada yoktun. Birkaç yere daha baktıktan sonra buraya geldim.” Bu psikolog işini bu kadar çabuk ayarlamasını beklemiyordum. En azından birkaç gün sonradır diye tahmin ediyordum ancak bu konuda bu kadar aceleci davranması beni şaşkına uğratmıştı.
“Açıkçası bu kadar hızlı davranmanı beklemiyordum. Ben yine de biraz zamana ihtiyacım olduğunu düşünüyorum.”
“Buraya gelme sebebin ne Alina? İkimiz de biliyoruz ki artık zorunda kalmadıkça buraya gelmeyi istemiyorsun ama seni buna zorunlu kılan şeyi söyle bana.”
Ona bunu söyleyemezdim. Söylemek istesem bile söyleyemezdim çünkü bunu birilerine anlatmaya hazır hissetmiyordum kendimi. Bu konu bazıları için çok basit kalabilirdi belki ama benim için çok zordu. Onca şey yaşadım ama bu bile bana çok ağır bir yükmüş gibi geliyordu ve bu yüzden dile dökemezdim. Ben gerçekten de güçlü bir kadın değildim sanırım.
“Bunları sonra konuşsak olur mu?” deyip konuyu kapattım. O da konuşmak istemediğimi anlamış olacak ki başka bir şey söylemedi. Sessizlik gerici bir hal alırken “Ben gitsem iyi olacak sanırım. Sen de daha fazla burada durma istersen,” dedim kaba olup olmadığımdan emin olamazken. Fakat neden kaba olayım ki, sonuçta burada ben gittikten sonra kalmaya devam etmesi saçma olurdu.
“Nereye gideceksin?” diye sordu kaşlarını havalandırarak. Aslında gidecek bir yerim yoktu ama daha fazla bir şey söylemezsem şüphelenebilirdi.
“İnci’ye gideceğim. Neden sordun?” bu sefer ben ona bir soru yönelttiğimde cevabı gecikmedi.
“Onun haberi var mı peki bundan?” diye bir soru yöneltti bu kez de. Bu meseleyi neden bu kadar kurcalamak zorundaydı ki?
“Evet, var. Ondan habersiz evine gidecek değilim herhalde.” Anlamaması için sahte bir gülümsemeyi dudaklarıma yerleştirdim fakat yüz ifadesi hiç de inanmışa benzemiyordu. En sonunda dayanamayıp “Neden öyle bakıyorsun?” diye sordum.
“Yalan söylüyorsun da ondan,” dediğinde adeta donup kaldım. Tamam, çok iyi yalan söyleyemezdim ama hemen nasıl anlamıştı ki? Bu imkansızdı. “Nasıl anladın?” diye sormaktan alamadım kendimi.
“Buradan önce belki oradasındır diye hastaneye gitmiştim ve orada da İnci’yle karşılaştım. Ama her nasıl olduysa İnci’nin bunların hiçbirinden haberi yok.”
Yüzümün kıpkırmızı olduğundan adım kadar emindim. Daha önce de birkaç kez yalan söylerken yakalanmıştım ve şimdi de bundan çok utanıyordum. Yalan söylemeyi sevmezdim ve iyi de yalan söyleyemezdim fakat yakalanmak çok daha kötüydü.
“Peki şimdi nereye gitmeyi düşünüyorsunuz Alina hanım?” O benim gözlerimin içine baktıkça ben daha çok yerin dibine giriyordum sanki çünkü bu soruya verecek hiçbir cevabım yoktu. Derin bir nefesi içime çekip konuştum.
“Bilmiyorum, yani gidecek hiçbir yerim yok.” Başımı hafifçe öne doğru eğdim. Bir elimle hâlâ Çilli’yi omuzumda tutuyordum ancak onun da orada kalmaktan sıkıldığını anlayabiliyordum.
“Tamam, hadi gel gidiyoruz.” Aral’ın sessiyle başımı yerden kaldırıp ona baktım. “Nereye?” diye sordum gözlerinden gözlerimi ayırmazken. Bir anda tamam, hadi gidelim diyeceğimi bekliyorsa daha çok beklerdi.
“Benim evime,” dediğinde ağzım bir karış açıldı. Asla onun evine gidemezdim çünkü ona hâlâ tam olarak güvenemezdim. Aral’dan bana kesinlikle bir zarar geleceğini de sanmıyordum ama onun evinde kalmamı söylemesi ister istemez tedirgin olmama sebep olmuştu.
“Olmaz,” deyiverdim bir çırpıda. Bana anlamsız ve nedenini sorar gibi baktığında kendimi açıklama yapmak zorundaymışım gibi hissettim. “Olmaz çünkü…” aklıma söyleyecek, bir bahane olarak kullanabileceğim hiçbir şey gelmiyordu. Aynı zamanda doğrudan ona sana güvenmiyorum da diyemezdim. Bu biraz kaba ve yanlış gibi geliyordu sonuçta adam kaç kere hayatımı kurtarmıştı.
“Olmaz çünkü beni İnci’ye bıraksan daha iyi olur. Yani orada kalmam daha doğru olur.” Kollarını göğsünün altında birleştirdi ve bana başka hiçbir çare bırakmayan o cümleyi kurdu: “İnci’nin bugün nöbeti varmış. Hastaneye gittiğimde söylemişti. Ayrıca bu kadar sık nöbet yapıyorken bir de orada kalmak istemezsin diye düşünmüştüm.”
Hayal kırıklığının gözlerimin en derinine işlediğini hissettim. Başka hiçbir çarem kalmamıştı. İnci’nin bugün nöbetinin olduğunu bilmiyordum ama eğer Aral doğru söylüyorsa oraya gidemezdim. Onun onca işinin arasında bir de ona yük olmak istemiyordum. Bu durumda Aral’ın evine gitmek dışında bir seçeneğim kalmıyordu. Yenilgiyi kabullenmek zorundaydım.
“Peki o zaman, gidelim ama sadece kısa bir süreliğine. En kısa sürede kendime kalacak bir yer bulacağım.” Şartımı öne sürdüğümde Aral başını aşağı yukarı sallayarak beni onayladı. Aksi takdirde bunu asla kabul etmeyeceğimin bilincindeydi.
Kucağımda Çilli ile birlikte arabaya doğru ilerledim ama araba kapısının hemen önünde durmak zorunda kaldım. Ben şimdi bu arabanın kapısını nasıl açacaktım?
Artık sağ kolumun yarısı yoktu ve ben bu şekilde yaşamaya alışmaya çalışıyordum. Bir elimle Çilli’yi tuttuğum için geriye başka bir elim kalmıyordu. Bu yüzden kapıyı açmam neredeyse imkansızdı.
Kendi kendime güldüğümde bu kesinlikle mutluluktan değildi. Kendimi bazen delirmek üzereymişim gibi hissediyordum. Neyse ki henüz o raddeye gelmemiştim.
Oflayarak Aral’a baktığımda beni anladığının göstergesi olarak yanıma geldi ve kapımı açtı. Arabaya oturduğumda Çilli’yi kucağıma koyup emniyet kemerine uzanacaktım ki Aral benden önce davrandı ve eğilip kemerimi taktı.
Bir an için göz göze geldiğimizde öylece hareket etmeden durmak zorunda kaldım. Gözlerimi bile kırpmıyordum. Gözlerinin bu kadar derin bakması adeta içime işliyordu.
Gözlerinin o kahve tonuna bakarken sanki ruhum bedenimden ayrılıyordu ve sanki ben, ben olmaktan çıkıyor, kendimi kaybediyordum. Öyle bir bakıyordu ki gözlerimi gözlerinden ayıramıyordum.
Bakışlarından bir anlam çıkaramıyordum. Onu okumak zordu. Duygularını bazen öyle bir gizliyordu ki asla anlayamıyordunuz. Fakat şu an kahvenin en güzel tonu olan gözlerindeki duygu nefesimi tutmama sebep oldu. Nedense bana sevgi dolu baktığını hissetmiştim. Bu mümkün olabilir miydi? Gerçekten de bana karşı bir duygu besliyor olabilir miydi?
Hayır bunun olması imkansızdı. Ben neler düşünüyordum böyle, bana neler oluyordu? Gözlerimi birkaç kez üst üste kırpıştırdıktan sonra kendimi gözlerimi kaçırmak zorunda hissettim. Bakışlarımı Aral’ın o güzel kahve tonuna ev sahipliği yapan gözlerinden kaçırdığımda o da sonunda geri çekildi ve şoför koltuğuna geçti.
Bu şekilde düşünmemem gerekiyordu. Oysa yalnızca saniyeler süren bu bakışma bana neden sanki saatler sürmüş gibi uzun gelmişti anlayamıyordum. Ona karşı bir duygu besliyor olabilir miydim? Böyle bir zamanda ona karşı böyle duygular besliyor olabilir miydim?
Hayır, böyle bir şey olmamalıydı. Gönlümü birine kaptırmanın asla zamanı değildi. Başımda onca dert varken bir de birini sevemezdim. Buna hakkım yoktu.
Belki de sadece kısa bir bakışma anından fazla ve gereksiz anlamlar çıkarıyordum. Belki de bütün bunları kafamda kuruyorumdur ve Aral’ın bana karşı o tarz hisleri yoktur. Öyle olmasını umarak yolun akıp gidişini izlemeye başladım.
Aral bir anda arabayı durduğunda “Nereye gidiyorsun?” diye sordum fakat sorumu cevapsız bırakarak “Hemen dönerim,” dedi. Arabadan indikten sonra nereye gittiğini görebilmek için başımı cama çevirdiğimde bir evcil hayvan dükkanına girdiğini gördüm.
Kısa bir süre sonra elinde bir kedi mamasıyla dükkândan çıktığında yüzümdeki tebessüme engel olamadım. Çilli yol boyunca bir kere bile miyavlamamıştı fakat Aral onun acıkmış olabileceğini düşünmüş ve ona bir kedi maması almıştı.
Tekrar arabaya bindiğinde küçük paketi açıp Çilli’nin yemesinde yardımcı oldu. Ona ne diyeceğimi bilemiyordum, gerçekten de çok düşünceli ve merhametli bir insandı Aral.
“Teşekkür ederim,” dedim ve sonra ekledim. “Yaptığın iyiliklerin sayısı her geçen gün artıyor ve ben karşılığını nasıl vereceğimi bilmiyorum.”
“Bütün bunları karşılıklı olarak yapmıyorum Alina. Tek isteğim senin iyi olman.” Yumuşak ses tonu kalbime bir ok gibi düştüğünde adeta dilim tutulmuştu. Söyleyecek herhangi bir şey bulamadığımda hafifçe gülümsedim ve önüme döndüm.
Aral tekrar arabayı sürmeye başladığında yol boyunca ortama sessizlik hakimdi. İkimiz de tek kelime etmeden sonunda Aral’ın evine gelmiştik.
Küçük ama tatlı bir apartman dairesinde oturuyordu. Dairenin içine girdiğimizde evinin de çok büyük olmadığını fark ettim. Gözlerim etrafta dolaştığı sırada Aral biraz mahcup bir ses tonuyla konuştu. “Sizin eviniz kadar büyük olmasa da umarım rahat edersin.”
Gözlerim küçük salonun içinde dolanırken evi gayet sadeydi. Çoğunlukla koyu renkler hakimdi. Tekli bir koltuğa geçip oturdum çünkü kendimi çok yorgun hissediyordum. Her ne kadar tedirgin hissetsem de bir an önce uyumak istiyordum.
“Sorun değil, senin evin de çok şirin bence.” Sözlerimle Aral’ın dudaklarının kenarları kıvrılırken benim de yüzümde hafif bir tebessüm oluştu.
“Ben sana bir şeyler hazırlayayım istersen. Ya da sipariş verebiliriz. Yemeklerimin çok iyi olduğunu söyleyemem ama yine de…” Aral’ın sözlerini yarıda keserek konuşmayı ben devraldım.
“Aral,” gülümsemeye çalıştım. “Gerçekten şu an canım hiçbir şey yemek istemiyor. Sadece uyumak istiyorum, biraz dinlenmeye ihtiyacım var.” Bir şey söyleyecek gibi oldu fakat daha sonra tekrar sustu ve başını hafifçe aşağı yukarı salladı. “Nasıl istersen.”
“Peki ben nerede kalacağım?” diye sordum çünkü evi oldukça küçüktü ve pek fazla odasının olduğunu da sanmıyordum. Aral kısa bir süre çatık kaşlarıyla düşündükten sonra soruma cevap verdi.
“Sen benim odamda kal. Ben de buraya kıvrılır yatarım.” İstemsizce kaşlarım çatıldığında bunu asla kabul edemezdim çünkü odası onun özel alanıydı ve orada kalma düşüncesi kendimi tuhaf hissetmeme sebep olmuştu.
“Olmaz!” ani çıkışım Aral’ın yeniden kaşlarını çatmasını ve kollarını göğsünün altında birleştirmesine neden olunca kendimi bir açıklama yapmak zorundaymışım gibi hissettim. “Olmaz çünkü bende burada uyuyabilirim. Yani sen kendi odanda kalsan daha iyi olur.”
“Alina bütün gün hiçbir şey yemedin ve şu anda da yemiyorsun. Bir de üstüne bu kadar yorgunken senin burada uyuyacağına izin vereceğimi mi sanıyorsun? Lütfen daha fazla ısrar etme.” Bakışları itiraz kabul etmeyen cinstendi. Söylediklerinde haklıydı.
Bugün hiçbir şey yememiştim ve oldukça yorgundum. Aynı zamanda kendimi bir o kadar da halsiz hissediyordum. Bu yüzden daha fazla bu konuda ısrar etmedim ve başımı aşağı yukarı salladığımda bu isteğini kabul etmiş oldum. Artık kısa bir süreliğine Çilli ile birlikte Aral’ın odasında kalacaktım.
“Gel sana odayı göstereyim.” Aral’ın sesiyle bakışlarımı ona çevirdiğimde o çoktan yürümeye başlamıştı. Bende peşinden gittiğimde koridorun sonunda bir odanın kapısını açarak içeri girdi. Bende arkasından içeri girdiğimde odanın, salondan sadece biraz küçük olduğunu fark ettim. Yanımdaki minik kediyle birlikte gözlerimiz etrafı tarıyordu.
Camın önünde geniş bir yatak vardı ve yatağın hemen karşı tarafında da bir gardırop vardı. Yatağın yan tarafında küçük bir çalışma masası vardı ve odası sadece bu kadardı. Odaya yine salondaki gibi koyu renkler hakimdi. Oldukça sade ve mütevazi bir odası vardı.
Aral tam gardıroba doğru yönelmişti ki kapı çaldı. İkimiz de bir an birbirimize baktığımızda Aral “Kardeşim gelmiştir,” diyerek merakımı giderdi. Onun bir kardeşinin olduğunu biliyordum fakat şu an tamamen unutmuştum. Odadan çıkıp kapıya doğru ilerleyecekken bana burada kalmamı söyleyen birkaç sözcük sıraladı.
Kapının açılma sesi geldiğinde yalnızca bir değil iki kişinin birden sesi duyuldu ve bunlardan biri Aral’a ait değildi. Daha sonra başka bir kişinin daha sesini duyduğumda gelenlerin bir değil üç kişi olduğunu anladım.
“Ne oldu, ne işiniz var sizin burada?” diyen Aral’ın sesi yükseldiğinde sesi sert çıkmıştı. Kapalı kapının ardından konuşulanları pek duyamıyordum fakat merak da ediyordum. Merakımı bastırmaya çalışıyordum fakat bu işe yaramamış ve kendimi kapıya yaklaşırken bulmuştum. Sesler kesildiğinde bir süre daha bir şeyler duymak için bekledim fakat hiç ses yoktu. Tam geri çekilecekken kapı bir anda açıldığında resmen duvar yapışıyordum.
“Yavaş olsana biraz!” demekten kendimi alamadım. Karşımda Aral’ı gördüğümde benim öfkeli bakışlarımın aksine o gayet sakin ve yumuşak bakıyordu.
“Özür dilerim ama kapının arkasında ne yaptığını sorabilir miyim?” Yakalanmanın verdiği utançla yüzümün kızardığını hissediyordum, sanki vücudumu ateş basmış gibiydi.
“Hiç,” dedim harfleri biraz uzatarak. “Sadece öyle bekliyordum.” Ne diyeceğimi bilemezken dudaklarımı kemirmeye başlamıştım. İçerideki sesler de kesilmişti ve ortama gereksiz bir sessizlik hâkim olmuştu.
Daha fazla merakıma dayanamayarak “Gelenler kim?” diye sorduğum anda Aral’ın yüzünde bir zafer kazanmışçasına bir gülümseme belirdi. Bu gülümsemeden korkmam mı gerekiyordu? Çilli mırladığında bunu evet olarak mı anlamam gerekiyordu emin değildim.
“Bende bunu ne zaman soracaksın diye bekliyordum.” Kaşlarım hayretle yukarıya kalktığında soracağım soruyu önceden doğru tahmin etmesine gerçekten hayret etmiştim. Utançtan yanaklarımın kızardığına emindim çünkü bir anda basan bu sıcağın başka hiçbir açıklaması olamazdı.
Aral beni daha fazla utandırmadan konuştu. “Gelenler kardeşim Anıl ve arkadaşlarım. Belki hatırlıyorsundur, Meriç ve Barlas. Neredeyse her gün buraya gelirler ve senin de burada olduğundan haberleri yoktu. Eğer rahatsız olursan…” sözünü yarıda keserek konuştum. “Önemli değil, gerçekten. Asıl ben rahatsızlık vermek istemem.” Mahcup bir yüz ifadesiyle Aral’a bakıyordum çünkü şu an gerçekten kendimi çok kötü hissediyordum. Kendimi sanki onun evini işgal etmişim gibi hissediyordum. Sonuçta evine kimin gelip gelmeyeceğinin hesabını bana vermek zorunda değildi. Ne de olsa ben burada geçici bir süreliğine kalacaktım.
“Alina,” dedi Aral derin bir iç çekerek. “Sen rahatsızlık vermiyorsun. Senin burada olmanı ben istedim zaten, bunun için kendini kötü hissetmene gerek yok. Onlar da giderler zaten birazdan. Ama biliyorsun Anıl da burada yaşıyor ama istersen onu da gönderebilirim.” Bir yandan kendimi biraz daha iyi hissetmiştim fakat hâlâ kendimi biraz kötü hissediyordum.
“Hayır, hayır. Sonuçta burası onun da evi. Benim yüzümden başka bir yerde kalması doğru olmaz.” Kendimi açıklamaya çalışırken Aral anlayışla başını salladı. Daha sonra da “Hemen dönerim,” diyerek odadan çıktı. Bense hâlâ kapının arkasında beklediğimi fark edip yatağa oturdum. Çilli de hemen yanımda, dizimin dibindeydi.
Odaya Aral’ın kokusu hakimdi ve bu beni gerçekten rahatlatıyordu. Sade bir düzeni vardı, baktığınız zaman sizi yormuyordu ve bu da sevdiğim bir diğer şeydi. Bir süre sonra Aral tekrardan odaya girdiğinde gözlerim masanın üstünde duran resimden Aral’a çevrildi.
“Anıl burada ama Meriç ve Barlas gittiler, sende uyu artık.” Başımı hafifçe aşağı yukarı salladığımda Aral da dolaptan bir yastık ve bir pike aldı. Bir de benim için eşofman ve bol bir tişört çıkardı ve yatağın kenarına bıraktı. Tam odadan çıkacakken bana dönüp “İyi geceler,” dedi.
“İyi geceler, Aral.”
Işıkları kapatınca kapıyı ardından kapatıp odadan çıktı. Bıraktığı temiz ve üzerime oldukça bol gelen kıyafetleri üzerime geçirdiğimde kendimi biraz daha rahat hissettim.
Derin bir nefes aldım ve bir an için içinde bulunduğum bu durumu sorgularken buldum kendimi. Başıma asla tahmin edemeyeceğim, söyleseler gülüp geçebileceğim olaylar gelmişti. Bütün bunların altından kalkmam gerekiyordu ve ben bunu başaracağıma inanıyordum.
Yatağın üstündeki çok kalın olmayan yorganı çekip yatağın içine girdim. Çilli de hemen yanıma kıvrılmış yatıyordu. Sırtüstü yatarken karanlık odada hiçbir şey düşünmeden sadece tavanı izliyordum.
Bazen sadece öylece dururdunuz ve bu bile size ağır gelebilirdi. Hiçbir şey yapamamak sizi yiyip bitirirdi ama yine de elinizden hiçbir şey gelmezdi. Bu berbat bir duyguydu ve şu anda tam da bu durumun içerisindeydim. Hayatım berbattı ve benim buna yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Derin bir iç çektim ve yaşadığım tüm o güzel anıları düşledim. Çocukken keman çalmaya başladığım ilk anlar düştü önce zihnime. O anki saf mutluluğum ve hevesim. Asla unutamayacağım bir andı ve ne olursa olsun o anı zihnimden silemezdim.
Sonra üniversitede konservatuarı kazandığım an düştü bir bir… Artık hayallerime bir adım daha yaklaşmıştım ve bu benim için dünyanın en güzel haberiydi. O anları hatırladıkça dudaklarımda yarım bir tebessüm oluştu.
Daha sonra da o gün, kaza günü… O gün de diğer günler gibi çok mutluydum. Hatta hayatımın en güzel zamanı bile olabilirdi. Fakat o gün diğerleri gibi minik bir tebessümle bitmemişti. O gün benim kalbimde hiç sönmeyecek bir yangına sebep olmuştu ve sonra da karşıma belki de o yangını söndürebilecek tek insan çıkmıştı.
Tebessümüm bir an için sekteye uğrasa da hâlâ yerini koruyordu. Hayatım gerçekten de inanılamaz bir hale gelmişti. Artık gerçekten de ne yaşadığımı anlayamıyordum. Ve şimdi de Aral’ın evinde, hem de onun yatağında yatıyordum.
Gözlerimi sımsıkı yumup uyumaya çalıştım çünkü artık bütün bu olanları tekrar tekrar düşünmek beni gerçekten çok yıpratıyordu. Artık her şeyi akışına bırakmak istiyordum çünkü çok yorulmuştum. Her anlamda…
Uyku yavaşça bedenimi ele geçirirken zihnimden geçen son düşünceler şunlardı:
Her şey çok güzel olacak.
Ve sonrası karanlık…
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kemanımın Sesi
Ficción GeneralAlina Sezer konservatuar öğrencisi genç bir kızdır. Alina yağmurlu bir kış gününde performans sergilemek üzere kemanıyla sahneye çıkacaktır. Ama işler planladığı gibi gitmez. Hayatının dönüm noktası olan bir kaza geçirir. Ailesiyle güzel bir hayat...