Bu bölüm konuk bir yazarımız var🤍
Çok ama çok sevdiğim canım arkadaşım @mindmightking' in kalemiyle baş başa bırakıyoruz o zaman sizi efenim✨
Kendisine bayılıyorum, bence siz de bayılacaksınız!Bu bölümün şarkısı; The Air That I Breathe-Albert Hammond
Keyifli okumalar🥂
******************************************
Artık günleri karıştırdığım yoğun haftalardan biriydi. Yorgunluğumu koltuğa geçene kadar fark etmemiştim bile. Üzerime tatlı bir yorgunluk çöktü. İçime ise tuhaf bir rahatlama doldu. Tuhaf çünkü babamın yanına taşınana kadar, hatta ona karşı duvarlarımı indirene kadar, ev hissini hiç yaşamamıştım. Çok şükür başımı sokacak bir yerim hep olmuştu ama ev nedir, yuva nedir pek bilememiştim. Babam bana bu sevgiyi vermese, sabırla beklemese, o buzlarımı çözmemi sağlamasa belki Efe'ye de kalbimi böyle açmayı bilemeyecektim. Mutfaktan gelen sesler, televizyonun mavi ışığı ve Efe'nin tüm eve sinen o tatlı kokusu... Bu kadar hızlı benimsemem, bunlara "ev" demem belki de korkutucu olmalıydı ama hiç de öyle değildi. Birbirimizi çok derinden bir yerde tanıyorduk, biliyorduk belki de.
Efe, elleri dolu bir şekilde mutfaktan çıktı. "Savcım, biliyorum yardım kabul etmem dediğinizi ama bir defa teklif etmeden de sizi izleyemeyeceğim." Mutfaktan tabak çatal almayı düşünürken, zaten masada olduklarını fark ettim. "Bayağı da hızlıyız bakıyorum." Efe, masaya eğilip yanağıma bir öpücük kondurdu. "Sevgilimi biraz şımartmak istedim. Sonuçta ilk defa uzun uzun vakit geçirebileceğimiz bir akşamımız oluyor." Bunu söylerkenki tatlı gülüşü bana da bulaşmıştı. Babamın nöbetçi olmasını fırsat bilip iş çıkışı Efe'ye gelmiştik. Tabii ki başkomiser, ufak buluşmalarımıza izin veriyordu ama daha az kısıtlamalı bir şekilde sevdiğim adamın yanında olmak çok farklıydı. Efe için de kolay bir hafta olmamıştı. Çınar olayları yüzünden onunla yeterince ilgilenemediğimi düşünüyordum. Suçluluk duygusu biraz çökmüştü. Ailesi hakkında öğrendikleri, babasıyla yüzleşmesi, zaten açık olan yaralarına tuz basmıştı. Ne zaman konuşmak istese zor geliyordu ama gözlerinde görüyordum acıyı. Elinden tutup hazır olduğunda yanında olacağımı göstermekten başka bir şey gelmemişti elimden. Bu sebeplerden dolayı biraz yalnız kalmaya, el ele diz dize oturmaya ihtiyacımız vardı.
Tabaklarımızdaki yemekler yavaş yavaş azalırken, yanaklarımın yorulduğunu hissettim. Aslında çok da gülmemiştim ama onun yanında gülümsemeden edemiyordum. Onun yanı, bu ev bana huzur olmuştu. Bir sözümden, bir bakışımdan bazen sadece varoluşumdan anlaşıldığımı hissettiğim bir yerdi. Gerçekten çok da çabalamadan birbirimizin yaralarını, acılarını, korkularını anlayabilmek, görebilmek... Eh, haliyle her yemek, her sohbet hızla geçiyor ve yerini güzel anılara bırakıyordu. Son bulaşığı da makineye yerleştirdikten sonra Efe'nin dudaklarından ismimin döküldüğünü duydum. Döndüğümde anladım, bir şeylerin daha dudaklarından döküleceği aşikârdı. Yüzündeki rahatsızlığı gördüm. Rahatlatmak için ellerine yöneldim hemen. "Efendim, sevgilim." Gözlerini kaçırmayı bırakıp bana baktı. Doğru kelimeleri aradığını görebiliyordum. Oysa tanıyordum onu. Her ne diyecekse büyük ihtimalle zaten defalarca aklından geçirmiş, doğrularını seçmişti. "Seninle paylaşmak istediğim bir şey var ama korkuyorum. Duyduktan sonra bana bir daha böyle bakamamandan korkuyorum." İçimi bir hüzün kapladı. Bu hüzün, bana söyleyeceği şeyden değil, onun gözlerini kapatan o kaybetme korkusundan dolayıydı. O kadar tanıdığım bir korkuydu ki. Özellikle de büyürken kimseye "benim" diyememiş küçük çocuklarda olurdu. Kendi gözlerimin de dolmaya başladığını hissettim. "Bu mümkün mü sence?" gülümseyip onu biraz sakinleştirmek istemiştim. Gülümsememe karşılık verdi ama hâlâ içindeki sıkıntı geçmemişti. Korkusu hâlâ gözlerinin önünde duruyordu. Derin bir nefes aldı. "Benim düzeltmek için uğraştığım bir hastalığım var." Kelimeler o kadar zor çıkmıştı ki ağzından. Devamını getirmekte zorlandığını görebiliyordum.
"Bazen, çok yalnız çok çaresiz hissettiğimde bana ait olmayan şeyleri alıyorum."
Gözlerini bir kez daha kaçırdı gözlerimden. "Çalıyorum yani."
Ellerinin ellerimde hafiflediğini hissettim. Nefesini tutmuş bana bakıyordu şimdi. Ne tepki vereceğimi, ne diyeceğimi, kirpiğimin duruşunu bile inceliyordu. Benimse içimi yine o tanıdık his kaplamıştı. Evdeki sesin, kokunun, onun sesinin bana verdiği o his. Tanıdıklık hissi, bilmek, anlamak... Aklıma o karanlık evine gitmemek için direnen, aç kalınca salam sosis çalan o kız geldi. Aynı sebepler değil belki ama benzer hisler; o kaybolma hissi, o çaresizlik ve gözlerini boyayan o kaybolmuşluk iterdi onu da onun olmayana el uzatmaya. Ellerimi sevdiğim adamın yüzüne götürdüm. Yanağından akan yaştan öptüm ve gözlerine baktım. Bir şey dememe gerek kalmadan rahatlatmış olmalıydım onu. Görebiliyordum, gözlerinin önündeki o korku gitmişti. Kendi yanaklarımın da ıslandığını fark ettim. Korkularımız, yüzümüzdeki acı gülümsemelere yerini bıraktı.