Oturduğumuz trenin camından seyrediyordu doğa'yı; uzun sıradağlarına, ilkbaharın etkisinden daha yenice yeşilleşecek olan yapraklara, yeşermiş ve insan boyuna kadar gelmiş otlaklara hasret gibiydi.Doğa gözünü mutlu ediyor gibiydi. Geniş yapraklı ağaçlar gözlerini okşuyordu; kestane ağacı, kızılağaç, kavak, meşe vesaire.
Gözlerini manzaradan almıyordu. Sanki onun için bu manzaraya çok derin duygular saklanmış, saklambaç oynuyor gibiydi. Sanki bu yeşillikler, dağlar ve yamaçlarda bir anı saklanmıştı, gözünü ayıramayacağı bir anı.
İnsanlar, insanların gerçek yüzlerini gördüğü zaman onlara değil doğa'ya sığınır, insanlardan göremediğimiz o huzuru nesnelerde, doğada, hayvanlarda, müziklerde, çizimlerde ve birçok şeyde arardık biz.
İnsanoğlu birbiri için yaratılmış olsaydı, neden huzuru, mutluluğu, gülümsememizi, sevincimizi değil de üzgünlüğümüzü, depresif fikirleri, gözyaşlarını, yanlışları yaratırdık insanlardan?
Sevincimizi de alan sevinç kaynağımızdı.
Önümde oturup camdan manzarayı izliyordu; ben ise onu. Farkında mıydı yoksa değil miydi farkında değildim. Ancak kömür karası bakışları bu manzarayı derinliklerine kadar inceliyordu; sanki ormanlık bir arazi birçok duygu besliyordu ona. İnsanlardan farklı olarak, bazı duyguları cansız doğadan bulurduk.
Ben de onu izlememin yararsız olduğunu düşündüm. Çevirdim yüzümü manzaraya; gerçekten de doğa inanılmaz gibiydi.
Karmakarışık birkaç ağaçtan, otlaktan, dağlardan, göllerden ve nehirlerden nasıl huzur bulabildik?
2 saat yarımdır yolculuktaydık. Canım sıkılıyordu. Telefonuma bakmak istiyordum ama internet olmadığı için hiçbir işe yaramıyordu.
Derin bir nefes aldım. Karşımdaki yaşlı vücut hâlâ nasıl 2 saat yarım manzarayş seyredebildi? O kadar derin miydi bu duygular? Duygular mı derindi, orman mı?
Yanımsa oturan Asiye de bıkmış olacak ki, sıkıntıyla verdi nefesini "Daha 2 saatimiz var." diye zırlayarak. Saatin farkında değildim çünkü takmamıştım saatimi. Gözlerim etrafı taradı; yüzlerce insan içerisinden sanki gözüm birilerini arıyordu; ama kimi aradığını da bilmek istememişti.
Cebime soktum bir elimi. Elim bir şey arıyormuş gibi gezinirken, bulmak istediğimi bulmuştum.
Cebimde, evden çıkarken "acıkırsam bir türlü idare ederim bununla" diye götürdüğüm çikolatalı gofret vardı. Hemen paketinden çıkarttım gofreti. Asiyenin haberi olmadan yarıdan bölüp Asiye'nin dirseğini kolumla çarpıştırdım bana dönmesi için. Bakışları bana çevrildi, sonra da elimdeki gofrete. Yarıdan böldüğüm gofretin bir parçasını ona uzatmama fırsat bulmadan kaptı elimden bir parçasını. Açgözlülükle parçaladı gofreti. Onu gülerek izliyordum.
Gofretin kalan parçasını ağzıma atıp tekrardan taradım etrafı. Sabahtan beri iştahsızlığım yüzünden yemek yememiştim ve bu gofret ağzımın tatlanmasına sebep olmuştu. Çikolatanın güzel tadıyla gülümsedim. İstediği alınmış mutlu bir çocuk gibiydim âdeta.
Gözüm az daha etrafı tarayınca tanıdık bir kişiye rastladım; siyah saçlar, buğday ten, uzun ayaklar, üçgen vücut, simsiyah boncuk gözler ve Judy Williams!
Dirseğimi Asiye'nin dirseğiyle çarpıştırdım. Canı çok az yanmış olacak ki yüzünü buruşturdu mutlu mutlu çikolatasını yudumlarken. Özür dilemek anlamında acuçlarımı gösterdim ona. Yüzünü bana çevirdi. Kafamla arkadaşını işaretledim. Baktığım tarafa bakış attığında, daha demin olan canı yanan bir ifade yoktu suratında; bunu aksine hem şaşırmış, hem de mutlu bir ifade vardı yüzünde.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Suçlunun Sevgisi
Action"Dünya bir uyku, hayat ise onun rüyası gibiydi. Dünyaya daldıkça, hayatı görüyorduk."