Rüzgar gri paltomun eteklerini kaldırıyor, yüzüme dinç bir rüzgar vuruyordu. Bu soğuk Ankara gününde sanki herkesi yerine mıhlayan bir çivi vardı. Soğuk işlemiyor gibi, oldukları yerde, herkes ayakta birbirleriyle sohbet ediyor, bazıları da banklarda oturup şarkı söyleyen gençleri dinliyordu. Adımlarımı Sakarya caddesine yönlendirdim; kafelerin önünde sanki bir kolunuza yapışmadıkları kalan garson gençler ısrarla içeriye davet ediyorlardı. Gözlerimi onlardan çekerek ileride ki kitap kafeye girdim. Rüzgarın yerini tenha bir sıcak ve isli bir koku aldı. Ayda bir anca temizlendiğine emin olduğum merdivenlerden çıkarak kitap kafeye girdim. Kitabımı çıkararak yaklaşan üniversite sınavına çalışmaya çalıştım! Aklıma uğrayıp kaçan düşünceler yüzünden oflayarak ayağa kalktım. Tek tük öğrenci olduğu için sesli oflamam çok dikkat çekmedi. Merdivenlerin aksine şu an bulunduğum konum gayet temiz ve güzel kokuyordu. Tepeden bağladığım, açık kahverengi, dalgalı, uzun saçlarımı açmam için yalvaran saç derimi kıramayıp tokaya asıldım. Ellerimle şöyle bir düzelttikten sonra aşağıyı izlemeye başladım. Koşan çocuklar, ellerini birbirine kenetleyen sevgililer, renkli saçlı gotik gençler sokağı süslüyordu. Sanki sokakta onlardan başka kimse yok gibi hiçkimse bir başkasına bakmıyordu. Kalabalıkta o kadar olayın içinde tek dikkatimi çeken bana öylece bakan genç bir adam oldu. Bir anda göğsümü açıp içeriyi korkuyla doldurmuştu sanki. Ela gözleriyle aydınlık havayı karartmış ve beyaz tenime zift gibi gülümsemesini işlemişti. Bembeyaz yüzü milim kımıldamadan beni izliyor, gülüşünde ki donukluk devam ediyordu. Gözlerimi kapatıp açmamla karşımda ki genç adam kayboluvermişti. Hayal değildi! Korkunç gülümsemesiyle midemi bulandıran genç çocuğu zihnimin kalabalık çöplüğüne attım ve evin yolunu tuttum. Evde yine karmaşa, kaos ve işgal hakimdi. Büyük işgalci bendim çünkü eve para getirmiyor ve okumak için canımı dişime takıyordum. Babama göre işe yaramaz, anneme göre ise boşuna okuyordum. Annem gündelikle, babam emekli maaşıyla, ablam markette, abim ise ehliyet kursunda hocalık yapmaya başlamıştı. Tek çalışmayan ve okuyan bendim. Annem, babam ve ağabeyimin aksine ablam bana hep destek oluyordu okumam için. Arada bir de abim harçlık veriyordu. Son 7 ay kalmıştı üniversite sınavına; istediğim herhangi bir bölüm yoktu, puanıma göre hayalimi kuracak ve nihayetinde bu küçük cehennemden kurtulacağım.
"Yine geldi talebe. Kızım ne zaman bitecek bu okulun? Yeter, sende bir ise gir para getir bu eve!"Klasik duyduğum cümlelerden biriydi fakat babam sanki bugün fazla sinirliydi. Cevap vermedim. Benim gibi diğer ev halkı da sessizdi. Zaten beni savunmalarını beklemiyordum ya! Sessizce odama geçtim ve yemek hazır olana kadar odamdan çıkmadım.
"Yemek hazır hadi gelin, davetiye beklemeyin !" Annemin sesiyle uyandım ve ellerimi yıkayıp sofraya oturdum. Diğer herkes çoktan yemeye başlamıştı bile.
"Bugün ilk aylığımı aldım baba. Bunu da vereyim sana, lazım olur." Dedi ağabeyim gururla; egosundan sızan ses tonu aşağılayıcıydı.
"Aferin oğlum benim. Paşam!" Dedi annem sevinçle ve verdiği parayı babamla saymaya başladılar.
"Oğlum burda bin lira eksik! Ne yapacaksın sen o bin lirayı? Onu da ver masrafın yok içkin yok sigaran yok!" Diyerek ağabeyime kızdı Babam. Sesi yorgun ve öfkeli geliyordu. Elinde ki çatal çoktan masaya kafa atmış, sigara içmekten mahvolan gırtlağından hırıltılar çıkarıyordu.
"Baba kız arkadaşım var uzun zamandır biliyorsun. Lazım oluyor işte." Alçak çıkan sesinde ki hayal kırıklığı ve korku küçük salonda yankılanıyordu adeta. Olanı biteni izleyen ben ve ablam sadece susuyorduk. Ağabeyim başını yerden kaldırmıyor sadece göz ucuyla anneme bakıyordu. Biliyordu ki annem biricik oğlunu savunurdu! Fakat bu sefer beklediği olmadı ve hepimizi şaşırtan bir cümle duyuldu.
"Elin ne halt olduğu bilinmez kızları yiyeceğine paranı babana veya bana ver. Haklı baban oğlum. Bizim ihtiyacımız var hem görüyorsun!"
