Bir zamanlar büyülü olan her şeye ilgi duyar ve her şeyin içinde bir büyü olduğuna inanırdım. Sevdiği kadın için dünyanın öbür ucuna giden ve orada kadını yalnızca gözlerinden tanıyarak bulan adamların aşkını anlatan filmleri, mavi gölgeli çöllerde koşan cesur kahramanların hikâyelerini, okuduğu kitap sayesinde hayatı değişen ve hem âşık olan hem de başka biri olan uyanıkları, peşine düştüğü hazineyi eninde sonunda ele geçiren kâşifleri, uzay yolculuğu yapanları, gezegenler arasında sıkışanları, kanatlı atlarıyla göğe yükselenleri, Anka kuşunun kanadında uçanları, devasa ağaçların gövdelerinde saltanat kuran imparatorları, dünyanın merkezine ulaşanları, hepsini çok severdim ve her nasılsa içimde bir yerlerde hepsinin gerçek olduğuna inanırdım. Kendimi hayallerimde böyle esrarengiz maceraların içine sokardım; benim de kanatlı atım vardı, ben de sihirli kuşların kanatlarında yolculuk yapardım, ben de korkusuz bir savaşçıydım. Nitekim gerçekte, sıradan olmayı her zaman en güvenli yol olarak gördüm. Bir çember örmüştüm, içinde her şeyin en olası hâliyle inşa ettiğim Lee Jeno yatıyordu ve ben onun postunu üzerimden hiç çıkarmamıştım.
Fakat bir gün geldi ve tökezledim, ikinci gün o yapay mutluluklarla dikilmiş, en ucuz kürkle dokunmuş post sökülmeye başladı, üçüncü gün post yoktu, çıplak kaldım, dördüncü gün çemberin sınırında duruyordum, beşinci gün sağ ayağımı, altıncı gün sol ayağımı attım dışarı ve yedinci gün, en sonunda çemberden çok uzağa yuvarlandım. Benim, tıpkı kanatlı atlara ve karanlık hazinelere benzemesini umduğum akıldışılığım, hepsinin çok gerisindeydi. Sonunda senelerdir dikkat etmediğim, görmezden geldiğim, küçük bir tırnak yarası sayıp küçümsediğim şey derimi yüzmeye başladı. Ve bu gerçeği, hâlâ aklımın almadığı şeyi beni seven bir oğlanın içine düştüğü çıkmazın kapı aralığından üzerime akın eden korkunç karanlıkla anladım. Onu bulmadım, ona ben gitmedim, böyle süslü laflar etmemeye yemin ettim artık; o, bunca zaman kendini göstermeye uğraşmıştı. Benimse kim bilir hangi kayanın altında sıkışmış aklım, kim bilir hangi dikenden kör olmuş gözlerim ve hafızam, o hiçbir şeye yaramayan hafızam, onu yok saymıştık. Biz, el birliğiyle. Buzdolabının üzerindeki fotoğrafı görene kadar, Jaemin'in saçlarına vuran gün ışığıyla bakışlarına çöken hüznün tezatı arasında veya elinde tuttuğu dondurmayla okul gömleğinin balıkçılı andıran beyazlığı arasında bir bağlantı kurana kadar, bir an olsun hiçbir şeyden kuşkulanmadım. Bazen de şöyle düşünüyordum: Benim açımdan zaten kuşkulanacak hiçbir şey yoktu çünkü hafızamda yaşananlara dair bir yer bulunmuyordu. Hepsi, bütün anılar, benim işe yaramazın teki olduğumu anlamış olacaklar, beni el çabukluğuyla terk etmişlerdi. Ve bunun acısını ve öfkesini yaşamak yalnız Jaemin'e kalmıştı. Yalnız Jaemin'e.
Onu sevmem, en başından beri sıradan bir hoşlantı olmasını umduğum şey, bana birkaç çeşit acıyı zaman zaman birlikte zaman zaman ayrı ayrı tattırarak büyüdükçe büyüdü ve hissettirdiği her şey, içine düştüğüm girdap öylesine derindi ki, bunun önce gerçek bir sevgiye, sonra aptalca bir aşka dönmesine engel olamadım. Oysa başlarda, kendimi kanayan bir yaranın kabuğunu soymanın eşiğindeymişim gibi hissedip fiyakalı acılar yarattığım ilk günlerde her şey daha kolaymış, şimdi anlıyorum. Şimdi, şimdi, şimdi. Şimdinin bütün kılıçları boğazıma dayanmışken, suçluluğun ve utancın soğuk elleri yakamı silkerken. Eskiden ona duyduğum aşkın en korkunç tarafı onun bana karşılık vermeme, beni sevmeme ihtimaliydi fakat ne komik ki, şimdi korktuğum en büyük şey Jaemin'in beni çok daha öncesinden seviyor olduğu gerçeğiydi. Bu gerçek beni ona yaptığım ve yaşattığım şeyin içine atıyordu. Öyle çıkmaz bir yerdeydim ki, bunu hatırlamıyordum bile. Söylediklerimi ve yaptıklarımı hatırlamıyordum; ne yazık ki hatırlamama belası beni acımasızlığımın ve hoyratlığımın vicdanından kurtaramıyordu.
Düşünmekten delirecek raddeye gelene kadar düşündüm. Ancak elle tutulur tek bir yan, tek bir sebep bulamadım. Hâlbuki bir şeylere tutunma arzum gittikçe daha çok kıvranıyordu içimde. Fakat yoktu, bulamıyordum; neden kendi yaptığım, kendi söylediğim şeyleri hatırlamıyordum? Neden bizzat benim başıma gelenleri tamamen unutmuş bir hâldeydim? Başkaları, beni dışarıdan gören her göz, bana şöyle veya böyle yaptığımı söylerken kendinden nasıl emindi. Nasıl da küçümseyerek, inanmayarak bakıyorlardı bana. Taehyun'un saçmalıklarıma bir türlü anlam veremeyişi, amcamın beni ölçüp tartan kuşkucu bakışları, Ning Yuzhuo'nun hayretle açılan gözleri ve elbette, tabii, en önemlisi Na Jaemin'in yüzündeki acı ve öfke. Bütün bu insanlar, muhtemelen her biri, benim yalancı olduğumu düşünüyorlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
vahşi gülüşler, nomin
FanfictionO akşamdan sonra, alt sokağımızda oturan ve iki kere intihara kalkışan ama ikisinden de sağ çıkan Na Jaemin'e çarşamba ve cuma olmak üzere haftada iki gün ders vermem kararlaştırıldı. Cumartesi günü ise sadece evine gidecek ve vakit geçirecektim; bi...