Aradan geçen bir günün ardından ben yine masamın başında, önümde açık duran lacivert ciltli kitap ve onun da üstünde duran dörde katlı beyaz kâğıtla öylece oturuyordum. Aklım, başka hiçbir şeyin içeri girmesine müsaade etmemek üzere sanki o yabancı, uğursuz kağıt parçasıyla anlaşma yapmıştı. Pencereden giren bulutsuz gökyüzünün berrak ışığı kağıdın köşelerini ve kenarlarını yumuşatıyor, o çirkinliğin büyüyüp kuğuya dönüşme ihtimalini bana hatırlatmak istiyordu. Nasıl dönüşecekti? Mümkün olabilir miydi böyle bir şey? İçinde yok olma arzusunu, tir tir titreyen bir bedenin yalnızlığını, insanlardan ve yarınlardan duyulan derin tiksintiyi barındıran bir şey; Na Jaemin'in sızlayan bilekleriyle yazdığı bir şey büyüyüp bir akciğer gibi genişleyerek zarif, alımlı bir kuşa mı dönüşecekti? Hayır. Öyle, olduğu gibi, bu sayfaların arasına koyulduğu hâliyle, cansız, soğuk ve yalnız bir biçimde, bütün umutsuzluğuyla durmaya devam edecekti.
Çarşamba akşamından bu yana masamın üzerindeydi. Bütün perşembeyi de orada geçirmişti. Ne kitaptan tek bir satır okumuştum ne bir daha dönüp kâğıtta yazanlara bakmıştım. Bakamıyordum çünkü. Bir kere olmuştu ve ikincisi mümkün değildi. Bir batıl inanç safsatasıyla içimde kol gezen his, o cümleleri bir daha okursam Jaemin'i anlayabileceğimi veya sorduğum sorunun nedenini bulabileceğimi söylüyordu. Bulmak istemiyordum. O işi yokuşa sürüyorsa ben de sürecektim ve bundan şikayetçi değildim çünkü onun düşündüğü gibi sorunun cevabını aldıktan sonra o eve gitme amacım ortadan kalkacaksa eğer, başıma gelenleri çekmeye razı bir hâlde oraya gitmeyi istediğimin farkındaydım. Haftanın üç günü Na Jaemin'i görmeye alışmıştım ve bu alışkanlığın git gide ruhumda zührevi bir hastalık gibi yayıldığını, kendimi çok çaresiz hissettiğim bir anda oturduğum kaldırımdan kalkıp yine o eve, 18 numaraya, greyfurt görünümlü çiçeklere, sarı duvarlara, boncuklu perdeye, dağınık yatağa, kısacası Jaemin'e giderken kabul etmiştim. Hem de bunu öyle hızlı bir şekilde yapmıştım ki kendimle kavgaya bile tutuşmadan. Kendime durup ne oluyor diye sormadan. Başka seçeneklerim varken hepsini göz ardı ederek. Böyle gitmiştim o gün.
Peki şimdi önümde duran kâğıt, sanki bir günlüğün sayfasından koparılmış gibi duran bu uğursuz şey, o gün ayaklarımın benden izin almamasının ve aklımın onlarla çatışmamasının bir cezası mıydı? Hiç kuşkusuz öyleydi. Çünkü kendimi bir günah işlemiş kadar huzursuz ve bu günahla yüzleşmeyi reddedecek kadar korkak hissediyordum. Jaemin bunu okumamı istemezdi, büyük bir ihtimalle kitabı bana verirken kâğıdın orada olduğunu unutmuştu. Ancak ben onu okuyarak kendimi ateş çemberine atmış, yasaklı bölgeye izinsiz girmiştim. Mesele bir başkasının yazdıklarını izinsiz okumak değildi, mesele Na Jaemin'in yazdıklarını okumaktı. Onun dışarıya ser verip sır vermeyen kafatasının örümcek ağlı şenliklerinin içinde neler döndüğüne dair bilgi sahibi olmaya başlamamdı. Mesele, Jaemin'in sürekli gülen, ayçiçeği gibi açık bir renkle açan yüzüne tezat bir şekilde, her şeye karşı derin bir tiksinti duyduğunu artık biliyor oluşumdu. Mesele, onun, ilk kez evlerine gitmemden önceki gece ateşlendiğini, üşüdüğünü, kendini nasıl yalnız, yapayalnız hissettiğini ve bedenini laçkalaşmış bir uzuvlar yığını gibi gördüğünü bilmem ve yapayalnızlığını ağırbaşlı bir şekilde kabullendiğini öğrenmemdi. Mesele, güneşin doğmasını istemediğini, nasıl yaşayacağını bilmediğini, başkaları gibi olamamaktan üzüntü duyduğunu ama aynı zamanda onlardan olmayı da istemediğini; yok olmanın nasıl hissettireceğini merak ettiğini öğrenmemdi. Mesele, onun beni çocukluk anılarından yalnızca futbol oynayan uzak bir yüz olarak, okuldan ise zeki ve temiz, önemsiz bir sima olarak hatırlaması, aşk dedikodularım sayesinde benim ailelerin seveceği mükemmel çocuk olmamı gülünç bulmasıydı. Bu yazıyla öğreniyordum ki meğer Jaemin bana karşı hiç dost canlısı hissetmemesine rağmen o akşam öyle davranmıştı. Tıpkı benim gibi bir zorunluluktan. Onun için ben de sayıp döktüğü önemsiz kimselerden biriydim, belki bana karşı da derin bir tiksinti duyuyordu. Benim mükemmel çocuk olarak görünmemi, ailelerin ve kızların beni sevmesini, gömleğimin ütülü olmasını, başka çocuklara ders anlatmamı, sırf yine mükemmel çocuk olmaya devam etmek için o akşam o sofrada oturmamı, Dolores ve Minsoo ile kibarca konuşmamı, tarih sevmemi, yaptığım şeyi ciddiye almamı, yetişkinler gibi davranmaya çalışmamı gülünç, aptalca ve acınası buluyordu. Benimle konuşurken beni sanki çoktan çözmüş gibi, sanki ben bütün dünyanın cevabını bildiği basit bir bilmeceymişim gibi takındığı sakin, kendinden emin tavrı, gülümseyişleri, teşhis koyucu baş sallayışları, benim söylediğim her şeye karşı daha akıllıca cevaplar verişi ve ben, onu tanıdığımdan beri taşıdığım huzursuzluğumla ve ne yapacağımı bilmezliğimle aptal bir çocuk gibi görünürken onun bunu fark edip rahat oturuşları, aklından geçeni söyleyişleri, omuz silkeleyişi ve parlak bakışları. Sanki ben Jaemin'in çoktan oynayıp taşlarını topladığı bir satranç tahtasının üstündeki piyonlardan biriydim. Beni biliyordu, bende tıpkı diğer herkeste olduğu gibi ezberlenmiş şeyler buluyordu yalnızca. Dünyaya karşı duyduğu tiksintiyi ikiye katlıyor olmalıydım. Ona hiçbir şey vaat etmiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
vahşi gülüşler, nomin
Fiksi PenggemarO akşamdan sonra, alt sokağımızda oturan ve iki kere intihara kalkışan ama ikisinden de sağ çıkan Na Jaemin'e çarşamba ve cuma olmak üzere haftada iki gün ders vermem kararlaştırıldı. Cumartesi günü ise sadece evine gidecek ve vakit geçirecektim; bi...