Bölüm 11 - Belalı Günler

149 10 5
                                    

Kulübenin önünde, yeşil, yumuşak çimenlerin üzerine oturmuş, ellerinden birbiri ardı sıra yuvarlanan kedi, oturduğu yerdeki çimenlere vuran şafağın sarı, yeşil parıltısı gözlerimi kamaştırdı. Gerideki ağacın hafif, serin kokusu, tüm serenatıyla kendini gösteriyordu.

Bu küçük kulübedeki tüm eşyalar,  Az ileride bulunan hükümet konağının bulunduğu meydanın içinde bulunan dükkanda satılan şeylerden alınmış. Kafama bu bilgi dank etti. Hükümet konağı en azından yüz yıllık bir taş yapı idi. Eskilerden de buralarda en iyi şifalı şeyler satan dükkan varmış. "Yıldız Şifa Dükkanı". Dükkanın içinde, yaz - kış yeşilliğini koruyan elliye yakın büyük çam ağacının şifalı özleri vardı. İlçedeki iki hırsız, bazen bu dükkanı soymaya çalışıyormuş. İnşallah soygun esnasına denk gelmem.

Dükkana geldim. Adam,

-Buyur evladım, dedi. Ne istiyorsun ?

-Bana kanın pıhtılaşmasını sağlayan bir bitki lazım, dedim.

Hemen dolabından ilgili bitkiyi çıkarıp, tam elime verdi ki, bu zamana kadar görmediğim, fakat on altı tane kadar saydığım bomba sesleri ardı ardına çıkmış, satıcı ya ölü, ya kalaydı. Dışarıdaki yayalar, avazı çıktığı kadar bağrıyor, birbirine karışan şoförler, ya korna çalıyor, ya da kaza yapıyordu. Hemen zikzaklı bir derenin tahta köprüsünün altına, ellerimi başıma koyarak sakince bitmesini bekledim bu bomba kördüğümünün. Uzun sürdü fakat, kısa geldi bana.

Uzun süren güz ayları bitmiş, yerini yaz aylarına bırakmıştı. İlçenin neredeyse herşeyini öğrenmiş, altından girip üstünden çıkmıştım. Masmavi gökyüzüne bırakılan uçurtmalar çocukların yazı kutladığı semboldü. Işık saçan derenin suları coşmuş, öylecesine gidiyordu... İlçe, rengârenk  ve tatlı çiçeklere bürünmüştü. Uykudan uyanan insanlar, gidip bir kap dondurma almaya gittiler. Karıncalar çalışıp yemek depolama yarışına başladılar. Bizim tembel ağustos böceği de tembel tembel sazını çalıyordu.

Bana gelirsek, derenin şırıltısı ile başbaşa kalmış, uzun uzun akan dereden gözlerimi çekemiyordum. Şimdi, hastanedekiler beni arıyorlardır. Nerede bu çocuk, başına birşey gelmesin, diyorlardır. Kararım kesin. Belki bir hafta sonra giderdim hastaneye, o da ziyaret için.

Belki orman hayatı sürerdim: Akçakavakların, erguvanların arasından geçerek bir yeşilliği görüyorum. Derin bir nefes aldığımda, burnumun deliklerine papatya kokuları geliyordu. Çevrem, çok güzel yoğun doğanın yeşilliğinden ibaretti. Az ileride, yemek bulmaya çalışan serçeler. Geyiklerin sesleri geliyor kulağıma. Bunlar, evet bunları yaşamak, en doğru olanıydı bana göre. Fakat dedemi ve amcamı da bırakamazdım.

 
Bulunduğum bölgede her tür insan vardı. Tavla atanından, hile yapanından, sigar içeninden, yere tükürenine kadar. Ortalıkta farklı farklı konuşanlar vardı: Vay tertip, görmeyeli kaç ay oldu seni, Ooo, Muhittin, naber koçum, Bir tane elli gram tavuk döner versene ağabey, gibilerinden. Bende meydanlarda boş boş dolaşırken birkaç dönerci görüyordum. Ateşin, tavuk dönere verdiği cızırtı, içimi havaya kaldırıyordu.

  

  İçlerinden biri çıkıp, hak yolunda kardeşiz, gel sana bir döner ısmarlayayım, demedi, olsun.

Aradan birkaç hafta geçmiş, yazın ortasına gelmeye başlıyorduk ki, herkes ya, su savaşı oynuyor, ya da denizlere akın ediyordu. Balıkçılar, nehirlere doğru koşmak için yarış ediyorlardı. Ya ben... ya ben ne yapıyordum bir bilseniz... İç acıtıcı olacak ama bunu sizlerle paylaşmalıyım değerli okurlarım. Kazma kürek elimde bahçe kazıyordum. Sormayın neden diye.

Eski EvHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin