Dört gün geçti. Zamanın nasıl aktığını fark etmedim bile. Sanki her şey ağır çekimde, anlar birbirine karışıyor. Yatakta sırtüstü yatarken tavana bakıyorum. Gözlerim bir noktaya sabitlenmiş, düşüncelerim ise kontrolsüzce dağılıyor. Hala o geceyi, o anları düşünmekten kendimi alamıyorum. Jungwoo'nun gülümseyişi, Mark'ın elini tutuşu, sahnedeki ışıkların kapanışı. Her şey içimde hala kanayan bir yara gibi duruyor. Telefonum birkaç kez çaldı, ama açmadım. Mesajlar geldi, ama hiç okumadım. Ne diyeceklerini zaten biliyorum. "Neredesin?", "İyi misin?", "Kafanı topla." Biliyorum ki ne derlerse desinler, anlayamazlar. Kimse o gece benim içimde koptuğunu göremez. Dışarıdan güçlü göründüğüm günler çok geride kaldı.Yataktan kalkıp banyoya gittim. Aynadaki yansımama baktım, ama sanki tanımadığım birisi karşımda duruyordu. Yüzümdeki çizgiler derinleşmiş, gözlerim uykusuzluktan kırmızıya çalmıştı. Saçlarım dağınık ve bakımsız. Birkaç gündür düzgün bir şey yememişim, aynadaki görüntüm daha fazla dayanamayacağımı fısıldıyor gibi.
Sonunda, cesaretimi toplayıp telefonumu elime aldım. Bildirimlere hızlıca göz gezdirip kapattım. Hiçbirini okumaya gerek yoktu. Gözlerim sadece bir ismi aradı: Mark. O bile mesaj atmamıştı. Belki atmıştı, bilmiyorum, belki de ben göz ardı ettim. Ancak bu daha fazla dayanamayacağım anlamına geliyordu. O akşam, sahnede gülerken bile içinde beni düşünmemişti.
Belki de bu benim hatamdı. Onunla gerçekten konuşmadım, ona neler hissettiğimi anlatmadım. Hep bir şeyleri içimde tuttum, beklentilerle dolu olarak. Ama neden böyle yapıyordum? Neden hislerimi paylaşmak bu kadar zor geliyordu? Belki de içten içe, beni anlamayacağını biliyordum. Beni sadece bir parça olarak, hayatındaki bir dolgu olarak görüyor olabilirdi.
Düşüncelerim arasında kaybolurken bir sigara daha yaktım. Dumanı derin bir nefesle içime çektim, ama boğazımdaki acı ve ciğerlerimdeki yanma, o geceki duygularımın yanında çok hafif kalıyordu. Sanki bedenim, ruhumun yükünü taşıyamıyormuş gibi hissediyorum. Kendimi tüketiyorum, ama bu tükenişin bile bir amacı yok.
Bir anda telefon elimde titredi. Bu sefer baktım. Mark'tan bir mesaj gelmişti:
"Donghyuck, kapıya iner misin?"
Sıradan bir mesaj, ama anlamı çok daha derindi. Mark ile olan her şey, Jungwoo ve diğerlerinin de içinde olduğu bir denklemdi. Bunu çözmek zorundaydım, ya da en azından bir çıkış yolu bulmalıydım.
İyi değildim. Ama bir yerden başlamak zorundaydım. Bu karanlıkta boğulmak istemiyordum. Kendi başıma ayağa kalkmayı öğrenmeliydim, çünkü kimse beni taşıyamazdı. Benim için olan biten her şeyin ağırlığını başkasına yükleyemezdim. Artık biliyorum ki, her şeyin sonunu getiren de, başlatan da bendim. Kimse bana mutluluğu veremez, çünkü o benim içimdeydi. Onu bulmam gerekiyordu.
Mesaja tekrar baktığımda bir an tereddüt ettim. Mark kapıda mıydı? Neden gelmişti ki? Gözlerim ekrandaki mesajda donup kalmışken, beynimde sorular uçuşuyordu. Kalbim hızlı atmaya başladı; ne söylemem gerektiğini, nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. Ama bir şeyler yapmalıydım. İçimdeki karmaşaya rağmen, harekete geçmek zorundaydım. Telefonu yavaşça masaya bıraktım ve ayaklarım beni istemsizce kapıya yönlendirdi.
Merdivenleri inerken ayak seslerimi duyabiliyordum. Her adımda kalbimin daha hızlı çarptığını, boğazıma düğümlenen hislerin daha yoğunlaştığını fark ettim. Kapıya vardığımda, birkaç saniye duraksadım. Derin bir nefes aldım, kapı koluna uzandım ve yavaşça açtım.
Mark, kapının hemen önünde duruyordu. Elinde sigarası vardı, yüzündeki ifadeden beni endişeyle beklediği belliydi. Göz göze geldik. Gözlerindeki sıcaklık, hafif bir rahatlama hissetmemi sağladı, ama hala içimdeki karmaşa dinmemişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
sen ve yıldız, markhyuck
Fiksi Penggemarufak çatı katındaki evine, sana, hislerine ortak olabilir miyim, mark?