zaman çatışması

45 20 51
                                    

Hasan can

İki gündür gözlerimi kapattığımda aynı rüyayı görüyordum ama ne için olduğunu bilmiyordum. Bu gecede görürsem Fatih'e anlatacaktım artık çünkü rüyada onun rolü bambaşkaydı. Tahir, Devran, Kerem ve ben olduğumuz bir rüyada Fatih'in lider seçilmesi, benim için sorun değildi ama arkadaşlar için sorun olabilirdi. Tahir ve Devran ekibin en delileri, Kerem ise sessiz sakin olandı. Ben ise zeki olan, Fatih ise bu özelliklerin hepsini taşıyan tek insandı. Ama hiçbir zaman bize liderlik yapmak gibi bir hevesi yoktu. O gün göğe kaldırdı elini ve bize şöyle demişti: "Bir gün ben de Fatih olacağım, gerçek anlamda Fatih olacağım." Neyse, rüyama gelirsek; masmavi gökyüzüne bakan bir otağın içinde, gökyüzüne bakan iki Yeniçeri ve Fatih'in olduğu bir odada, ben ve arkadaşlarıma görevler veriliyordu. Çıkabilecek bir savaşın habercisi gibi konuşan Fatih Sultan Mehmet, konuştukça bizi yerimizden ediyordu. Gözlerimiz tavandaki 13 yıldız ve bir aya takıldı. Bu ne demektir, hiç birimiz bilmiyorduk ama yakında öğreneceğimizi ben biliyordum.**

Fatih

4-5 gündür aynı rüyayı görüyorum, sıkıldım artık. Her kalktığımda kollarım ağrıyor, hepsini anlamıştım ama 13 Yıldız bir ay ne demek, bir türlü anlamadım. Kafam dolu, hep mavi mavi yıldızlar görüyorum. Sanki gördüğüm her insan Yeniçeri gibi. Bu neden oldu, hiç bilmiyorum ama galiba delirdim. Belki Adil Hoca bilir, ona sorayım. Ama bir haftadır şehir dışında, gelince ilk iş bunları sormak olacak. Dersleri de aksattım zaten; tarih hariç hiçbir derste iyi değilim. Ellerim yazmaktan helak oldu, neredeyse. Bitirmek istediğim kitabı düşünmekten beynim duracak ama bunu bitirmem lazım. Roman biterse, çok güzel şeyler olacak. Gördüğüm rüyaları romana çevirmek fikri bana Hasan Candan'dan gelmişti. İnşallah başarabiliriz. Boşnak'ta, Filistin'de, Türkistan'da, Afganistan'da olan bütün zulümleri anlatabilecek bir roman ne güzel olurdu. Hayalim, Fatih Sultan Mehmet gibi Türk'ün ve İslam'ın adını dünyaya duyurmak ve mazlumun kalemi olmaktı. Belki bir gün gerçek olacak. Bu hayali yarıda bırakmamak için savaşmam gerekiyordu. Düşmanım ne İsrail, ne Amerika ne de başka bir devlette. Düşmanım kendi nefsimde; kendi içimdeki şeytanı yenebilirsem başarabilirdim.

Fatih bugün erkenden kalkmıştı, yüzünü yıkamış, kahvaltısını yapmıştı. İlk işi, Adil Hoca’nın yanına gidip bu rüyanın hikmetini öğrenmekti. Adil Hoca çok uzakta değildi, ama olduğu yer İstanbul’un en sakin yeri değil, en tehlikeli yeriydi. Fatih daha 13 yaşındaydı; bu sokaklarda gezerken çok dikkatli ve sabırlı olmalıydı. Aklına bir söz geldi: **“Yükseklere varmak istiyorsan, alçakların kıymetini bil.”** Bu sözü annesi ona öğretmişti. Annesi ve babasının ayrılması ona çok koysa da, ikisi de eşit seviyedeydi. Onu hiçbir zaman yanında kavga dövüş olmuyordu. Arkadaşlarıyla çoğu zaman vakit geçiren Fatih, en çok okuyup yazmayı seviyordu. Yazmaya başlamıştı. *Zamansız Ölüm* adlı kitabı da vardı. Daha yeni başlamıştı yazmaya ama zaten erkendi; daha 13 yaşındaydı ve önünde çok yol vardı. Neyse, çıktı yola, mahallenin sağından büyük yola girdi. İki sokak ötede, sol taraftaydı Adil Hoca’nın yeri. Hızlı adımlarla ve sakin sakin yürüyordu, etrafına bakarak ve temkinli olarak giriyordu. Birden durdu, ses geldi gibi hissetti. Sonra sesin kimden geldiğini anladı; o Leyla’ydı, en deli, en zeki arkadaşıyla Fatih. 
**“Fatih! Fatih! Bekle, beni de bekle Fatih!”** diyordu Leyla. 
Fatih, adımlarını yavaşlattı. Büyük Çınar’ın önüne gelişini, Leyla’yı beklemeye koyuldu. Leyla yetişti, soluk soluğa kalmıştı. Fatih, gülerek ona bakıp, gözlerine öfke ile bakarak: 
**“Sana bekle diyorum, nereye gidiyorsun? Beni duyduğun halde beklemiyorsun,”** dedi birden. 
Fatih, daha çok gülmeye başladı. Leyla ise sinir olmaya devam etti ve sonunda o da gülmeye başladı. Beraber, Adil Hoca’nın kütüphanesine gitmek için yola koyuldular. Bir sokak ötedeydi. Sakin adımlarla ama hızlı şekilde, İstanbul’un en belalı sokaklarının birine girdiler. Sol taraflarına kıraathanenin arka tarafında bulunan kütüphaneye sonunda varmışlardı. Adil Hoca, elinde bir kitapla onları bekliyordu. Kitabı iyice gözden geçirene kadar onlara bakmadı. Biraz zaman geçtikten sonra, sonunda onlara dönerek: 
**“Buyurun bakalım, derdiniz nedir çocuklar?”** dedi. 
Fatih, 
**“Hocam, derdim büyüktür ya da küçüktür, bilmem ama size anlatmam gereken bir şey var. 4-5 gündür aynı rüyayı görüyorum, nedense aynı şekilde,”** dedi. 
Adil Bey, 
**“Ne rüyasıymış, anlat bakalım,”** dedi. 
Fatih söze girdi: 
**“Önce masmavi bir gökyüzü görüyorum hocam, sonra Vali Bey ve askerleri görünüyor. Ben ve dört arkadaşım, Fatih Sultan Mehmet’in huzuruna çıkıyoruz. Bize bir görev vermek için uzun uzun konuşuyor. Tam görevi söylerken uyanıyorum. Sizce neden?”** dedi.
Adil Hoca derin bir düşünceye daldı ve Fatih’e tekrar tekrar rüyasını anlatmasını istedi. Her seferinde daha da derin düşünmeye başlıyordu ve Fatih’e dönerek: 
**“Peki, sokaklarda bir şeyler ters gidiyor mu senin için? Yani, değişik bir şeyler var mı?”** diye sordu. 
Fatih, derin derin düşünmeye başladı. 
**“Evet, vardı,”** dedi ve bunu demesi gerektiğini biliyordu. Adil Hoca’ya dönerek: 
**“Var, evet hocam. 3 gündür sokakta her gördüğümde, her zaman değil ama kimi zaman, yeniçeriye dönüşüyordu. Bazen de sipahiye, yani Osmanlı askerlerine dönüşüyordu ama sonra geçiyordu. Rüyamda Vali Bey ve askerlerin beni götürmesi ve Fatih Sultan Mehmet’in bana konuşması her an aklımda ve hayalimde duruyordu,”** dedi. 
Adil Hoca derin derin düşündü, yine Fatih ve Leyla’ya bakarak: 
**“Bu bir zaman kırılması evladım, yani zaman çatışması da diyebiliriz. Eğer tahmin ettiğim şeyse, sen seçilmiş kişi olabilirsin. Bir savaş için ya da bir dava, bir görev için ama ne zaman olur, vakti bilemem. Vakit geldiğinde büyük ihtimalle sen anlamış olursun. Bu görev kolay bir şey olmadığı için daha yaşının gelmesini beklediklerini sanıyorum. O yüzden rüyalarla sana anlatmaya çalıştıkları bir şey var. Bu bahsedilen kişiler, 1453-1481 arasında Asiler olarak bilinen bir grubun Roma’da isyan edip Osmanlı’ya sığınması ile başlayan ikilik ve şiddet savaş olaylarının fitilini ateşleyen Drakula olayıdır. Drakula’nın yaptıklarından sonra Hristiyanlar ikiye ayrılmış, hatta çoğu Müslüman olmuştur ama Hristiyanların birbirine olan kinini bitirmemiştir. 
Fatih Sultan Mehmet, ölmeden önce evlatlarına Beyazıt ve Cem’e 3 sözü nasihat olarak bırakmıştır. Bunları Beyazıt önemli bir şey sanmazken, Cem bunun ne demek olduğunu, bu sözlerin ne için söylendiğini anlayabilecek, anlaması bile çözebilecek çocuktu. 
O sözler şunlardı, evlat: 
1. **Bir, asla gayrimüslimleri ve müslimleri aynı yerde, aynı zamanda, aynı anda yargılamayın.** 
2. **İnsanlara dinin ne mezhebinde namaz kılıyor musun, vesaire, sorular sormayın. Bunlar ahiretlik sorulardır. Onlara 'Aç mısın, açıkta mısın, halin nasıldır?' diye sorun.** 
3. **Osmanlı Devleti baki değildir. Elbet her devlet gibi bir gün son olacaktır. Ama Türkler son olacak bir soy değildir. O yüzden her zaman kafirlerle savaşa, gafillerle cenge hazır olun.** 

Cem, bu 3 nasihatten hepsini almamıştı. Beyazıt, tahta geçişin ardından isyan etmiş, başaramayınca da Bizans’a sığınmıştı. Fatih Sultan Mehmet’i anlayan tek oğlu Cem’di. O da yanlış yolda yürüyerek yanlış tarafa gitmişti. Belki dininden vazgeçmedi hiçbir zaman, Osmanlı’ya da ihanet etmedi ama hiçbir zaman da yararı olmadı. Beyazıt’tan sonra oğlu Yavuz, tahtı aldığında işler değişmişti. Yavuz’un 80 yıllık işi 8 yıla sığdırması, batıda ve doğuda korku ve nefret uyandırdı. O yüzden Aziz-i Şerif doğuda, Issahi Şerif batıda kurulmuştu. Bu bir iyi-kötü savaşıydı. Hristiyanlar ve Müslümanlar değildi. 
Fatih Sultan Mehmet öldükten sonra olaylar başlamıştı. Kanuni Sultan Süleyman’ın sert yönetimiyle torulmuştu. 1550 yılına geldiğimizde, sokaklar, şehirler ve insanlar değil, zenginlerin, sultanların, kralların dedikleri oluyordu. Ölüm fermanı bozulmuş, düzenin adaletini sağlamak için bozulmuş fermanlarla geliyordu. IV. Murat zamanı çok zalimce geçse de alimlerin, evliyaların bir dava merkezi olan İslami Şerif, diğer adıyla Vakası Muhabbet Tarikatı’nı kurmasına ve zamanla bu tarikatı da istihbarat, zaman yolculuğu ve birleştirici güç olarak kullanmalarına sebep olmuştu. 
**Yani evladım, bu bir zaman çatışmasıdır ve senin zamanın ile Fatih Sultan Mehmet’in olduğu zamanın çatışmasıdır ve bu çok ağır sonuçlar doğurabilir.** Bunu isteyen kişi ya kötü biri, dünyayı yok etmek isteyen biri ya da dünyayı yok etmekten kurtarmak için seni kullanmak isteyen biridir. Kısaca evladım, vakti geldiğinde görev seni bekliyor.** 
Fatih uzun uzun baktı, hiçbir şey anlamamıştı. Görev ne zaman gelecekti? Kim bana görev verecekti? diye düşünmeye başladı. Yanındaki Leyla’ya dönerek gülümsemeye çalıştı. Leyla, onun anlamadığını az da olsa anladığı için ona dönerek: 
**“Zamanını bekleyelim Fatih, zaman gelince anlarız,”** dedi.

Fatih, gülerek baktı Leyla'ya ve beraber sokağa çıktılar. Dolanarak denize gittiler. Sol elinin ağrıdığını hisseden Fatih, denize geldiklerini fark etti. Beraber denizi seyrediyorlardı uzun uzun. Az sonra tepeye çıkacak güneşin usulca yerinden çıkmasını seyrettiler. Ortalık sakindi; sabahın 7 buçuğuydu, kimsecikler yok gibiydi. Leyla derin derin denize bakarak, gökyüzü de mavi, denizde.

"Sence bizi hangisi kandırıyor?" dedi Fatih.

Buna gülerek, "Ben de insanım Fatih Sultan Mehmet'te. Sence hangimiz dalga geçiyor? Sence bizimle," dedi Leyla gülümsedi. Ne demek istediğini anlamıştı; her şeyin ikizi vardır. Denizin de gökyüzü, gökyüzünün de denizdir. O yüzden kimsenin dalga geçtiği yok. Herkes olduğu gibidir, dedi.

Birden soğukluk hissetti. İkisi birden tam bunu birbirlerine diyecekken bir ses duyuldu, denizden geliyordu. Bu ses:

"Sen Fatih Sultan Mehmet, ben Drakula. Hangimiz üstünse, o kazansın. Kudretimin kudretime dengi yoktur."

Bu ses denizden geliyordu. İkisi birden denize doğru bakmaya başladı. Ama bu olamazdı, nasıl olurdu? Denizde Osmanlı ve Eflak orduları savaşıyordu; kılıçlarını çekmiş Yeniçeriler, Eflak ordusunu bitiriyordu. Kazıklara çakılmış insanlar vardı. Fatih, bunu sadece kendi gördüğünü sandı, sonra Leyla'ya döndü. Hayır, Leyla da görüyordu bunu. Birden döndü ona, sonra geri bakmaya başladı. Aynı şekilde devam ediyordu savaş. Bir tane asker "Rüstem!" diye bağırmaya başladı.

"Rüstem! Gel buraya!" diyen ötekisi "Ali!" diye bağırıyordu. Sonra bir cesedin önüne geldi. Başı kesilmiş ceset yanına kadar gelerek ağlamaya başladı.

"Alim! Alim! Ne olmuş sana Alim!" diyerek ağlamaya devam etti. Drakula sevinçten çığlıklar atıyordu ki, Fatih'in sesi duyuldu bir ara. "Ben er miyim, toy muyum da bekliyorum?" diyerek kılıcına gitti. Eli Fatih'in ve hücuma kalktı. Onunla birlikte dağılan Yeniçeriler, üstlerine hücum etti. Eflak askerleri şaşırmıştı, her yer Eflak askerlerinin kelleleriyle doluydu. Artık Fatih ve Leyla izlemeye devam ediyorlardı. Birden askerler gitti; bir tarafta Drakula, bir tarafta Fatih vardı. Artık sadece Fatih, Drakula'nın gözlerine bakarak:

"Senin ettiğin zulüm yetti gayrı, canının benim tarafından alınması muhakkak. Sana en büyük zulümdür!" dedi.

Drakula'nın üstüne giderken bir okla vuruldu kolundan. Fatih hepsini izliyordu, Leyla ile birlikte. Sonra birden sadece Drakula kaldı ve direk Fatih'e bakarak:

"Sen, sen seçilmiş kişi. Artık tek düşmanın benim," diyerek kahkaha atmaya başladı. Fatih'in tüyleri diken diken olmuştu. Birden görüntü kayboldu. Leyla ile Fatih, az önce ne yaşadıklarını anlamadan evlere doğru yola çıktılar. Fatih, düşünemiyordu artık. "Bu neydi şimdi? Neyin nesiydi?" Adil hocaya anlatması lazımdı ama şimdi değil. Şimdi eve gitmesi lazımdı. Fatih'i neler bekliyordu ve bu savaş kimlerin savaşıydı?

Fatih'in rüyası Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin