Masmavi gökyüzüne bakmak, işlerinde yaşadıkları korkuyu bir kenara atarak eğlenmeye dalan iki çocuğa eğlenceli gelmişti. Onlar, Fatih ve Leyla'ydı. Fatih, annesi ve babasından uzak, bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen kişilerle beraberdi. Leyla ise tek ailesi olan Fatih'in yanında olmaktan mutluluk duyuyordu ama onun için bir tehlike olduğunu da biliyordu. Gözleri doldu, yüzüne bakarken...
Mavi gökyüzünde kırmızıyı bulup yeryüzüne bakarak toprağın kana dönüştüğünü gördü Leyla. O geceyi unutamıyordu. Saçlarını her oynattığında, babasının elinin yere düştüğünü, kardeşlerinin öldüğünü, annesinin parçalandığını görüyordu. Olayların hepsini unutmak için Leyla, Fatih'e sımsıkı sarılıp hayata tutunmaya çalışıyordu. Fatih ise, onun için her şey olan Leyla'ya bir baba gibi sahip çıkıp, bir sevgili gibi sevmek istiyordu.
Gözlerini kapatıp uyumak istediler; ikisi de yol yorgunuydu. Irak, çatışmalar içindeydi. Her sokakta farklı bir cinayet, cinnet vardı. Yolsuzluk her yerdeydi. Fatih, bunları gördükçe içi acıyordu. Bir zamanlar Osmanlı tebaası olan Irak, İran, Mısır, Suriye gibi yerler artık çöplük gibiydi. Osmanlı zamanında iyilik, güzellik, vefa gibi değerler vardı.
Jack içeri girdi; elinde yemek tabakları vardı. Henüz akşam yemeği yememişlerdi. Masanın üstüne bir kağıt parçası atıp tabakları oraya koydu. Leyla öyle acıkmıştı ki, ilk o koştu. Fatih'in umrunda bile değildi; onun düşünceleri derin ve karmaşıktı. Jack'e baktı, sonra gözlerini uzaklara dikti. İkisine de dönerek, "Biz maviye hasret, kızıla kardeş olduk. Ne zaman yola girsek, illa yoldan çıkarız. Bu, ne zaman bize ders olur bilmiyorum ama artık yola girmemiz lazım," dedi.
Yemeklerini yedikten sonra uykuya daldılar. Derin bir "of" çekerek Jack, uzaklara dalıp sandalyeye oturdu. Gözlerindeki ışıltıyı kaybetmiş bir yıldız gibi artık gülemiyordu. Suskunluğunun nedeni, mektup yazıp gönderdiği annesi, kardeşi ve üvey babasının öldürülmüş olmasıydı. Bu haber ona ulaştığında, yüreği acılarla dolmuştu. Diego ve adamları, onu bulabilmek için ailesinin izini bulup onları yok etmişlerdi.
Diego'nun duyduklarına tepki vermemesi, olaylarda Piero'nun dahli olmasındandı. Piero, babasını öldürerek şirketlerin başına geçmiş ve onları İstanbul'a göndermişti. Bunu öğrenen Diego, artık amcasına da düşmandı ve ondan da intikam almak için yola koyuldu. Ancak önce Fatih meselesini halletmek zorundaydı. Şu anda Almanya'daydı ve burada bir süre kaldıktan sonra Fatih'in izini bulmak için araştırmalar yapmayı planlıyordu. Adamlarının sitemlerini ve isyanlarını duymazlıktan gelmesi, onları umursamaması değil, zaten böyle şeylerin olacağını önceden bilmesindendi. Diego akıllı bir adamdı; öfkesi, kında duran bir kılıç gibiydi ve ne zaman, nerede, kimi keseceği belli değildi.
Birden silah sesleri duyuldu, ardından polis arabaları göründü. Gelenler Alman polisiydi. Diego'nun kaçması gerekiyordu; her yerde aranan bir adamdı ve polislerle çatışmaya giremezdi. Drakula ve Petro ile arka kapıdan kaçtılar; kalan ekip ise yakalandı. Üçü, arka kapıdan çıkarak sokaklarda dolandılar ve eski bir eve girdiler. Hava çok soğuktu, buz gibi oldular ve üşümeye devam ediyorlardı. Isınmaları gerekiyordu. Arka bahçe olsaydı işlerini kolaylaştırırdı, ancak burada ateş yakarlarsa fark edilebilirlerdi.
Diego, evin içinde gezerken siyah bir kapak gördü ve birden kaldırdı. Altında gizli bir bölüm olduğunu fark etti. Hep beraber oraya girdiler; polisten kaçmak için en iyi yol buydu. İçerinin dışarıdan daha sıcak olduğunu fark edince çakmağıyla etrafı aydınlattı. Gördüklerine inanamadı; içeride iki kılıç vardı ve kılıçların üstünde elmaslar bulunuyordu. Bu bir hazineydi ve çok değerliydi. Belli ki burası, tarihi eser araştırması yapılan bir yerdi. Adamlarına dinlenmelerini söyledi ve taşları incelemeye koyuldu. Uzun uzun inceledi; acaba neden bunları götürmemişlerdi? Bir nedeni olmalıydı çünkü normalde böyle tarihi eserler burada ulu orta bırakılmazdı. Bir şeyler ters gidiyordu ve bu durumun acısını Diego ve adamları çekecek gibiydi; görünen oydu, ama ne olduğunu kimse bilmiyordu.