Yola çıkmanın zamanı gelmişti. Arkadaşlarıyla beraber Fatih, az sonra uçağa binecekti. Her şey daha yeni başlıyordu. Gözlerini kapattı Fatih; önünde upuzun bir yol vardı. Pencerelerden ve karanlık yerlerden korkan o çocuk, şimdi Teğmen olmuştu. Vatanına, milletine hizmet etmek için göreve gidiyordu. Uçakta en rütbeli olan oydu. Yaklaşık 15 asker vardı. Ondan sonra Leyla geliyordu. İşleri çok zordu, çünkü henüz yeni göreve gidiyorlardı. Ne olacağını kestiremiyorlardı.
Uyumak için gözlerini kapattı Fatih. Uzun zamandır rüya görmüyordu; zaten doğru dürüst uyuyamıyordu. Gözlerini kapatıp derin bir uykuya dalmak için vaktini bekledi. Yavaş yavaş uykuya geçiyordu. Etraftaki hiçbir şeyi duymuyordu. Sessizce uykunun derinliklerine dalıyordu.
Yine rüyadaydı, uzun zamandan sonra... Ama bu kez farklıydı. Etrafında kara peçeli adamlar değil, evliyalarla dolu bir yer vardı. Ve ona seslenen bir ses vardı:
"Gönül handır cihana gelir,
Sultan olsa da toprak alır.
Şu dünyada neyin var ki,
Ne için beddua alır?Gafil dünya, yalanmış,
Gözler yılanlara mı kalmış?
Bülbül, etme! İçinde gaflet uyanmış.
Dön, Mevlâ'ya ey kul, dön!Mevlâ'ya yönel! Bu bir ilahidir, evlat.
Gözlerini kapat ve dinle."Ses devam etti:
"Söyleyen kalbi olan görür, sanma!
Ölüm var, aşka sakın inanma.
Aşk dediğin bulunur Rab'da.
Sen Rabbine dön, evlat.
Uyan da kapat gözlerini.Her aşk şehadet bekler,
Havlamazsa olur mu hiç köpekler?
Ağlayarak, 'Aman Allah'ım!' Melekler,
Gözündeki yaşa inan, evlat."Fatih’in gözleri dolmaya başlamıştı. Bu sözlerden sonra ellerinin yandığını, ayaklarının tutuştuğunu hissediyordu. Ne olduğunu bilmiyordu; sadece müziğe kendini kaptırmış, kalbinin sesini dinliyordu.
"**Edebiyle gelir, edebiyle gider.
Dünya senin değil, bilirsen emaneti.
Canı şehadete verirsen,
Can dediğin cana kalır, evlat.Ölüm yazılmış alnına, gelir başa.
Çırpınarak durmayı olursun boşa.
Bakma edepsiz, densiz sarhoşa.
Dünya kimseye kalmadı, evlat.**"Fatih’in gözleri keskinleşmiş, zihni başka bir yerdeydi. Şu anda karşısındaki sese kulak veriyor, onun dediklerini yapmak istiyordu.
İlahi bitmiş, ortalık sessizliğe bürünmüştü birkaç saniyeliğine. Ondan sonra, karşısında tek bir insan varken, bir anda onlarca derviş belirdi. Zikir çekip huzurla divanda duruyorlardı. Sözlere dikkat etmemişti belki, ama Fatih çok duymuştu bunları. Gözlerindeki yaşları silmeyi bile üşeniyordu; sadece dinleyip neler olacağını bekliyordu. Uzun bir sessizlik daha oldu.
Sonra, az önce konuşan ve ilahiyi söyleyen adam tekrar konuştu:
“Sen kimsin, biliyor musun? Ben kimim? Bu göğün altında neden varız? Bu toprağa neden basıyoruz? Sen niye kendini bilmiyorsun? Neden gözlerinde yaş var? Neden bu yoldayız? Bu yol nereye çıkar, bilir misin? Hey, Hüseyin oğlu Fatih! Sen, Fatih Sultan Mehmet’in soyundan, huyundan olan; dağda bozkurt, gökte kartal olandır. Medet dilemeyen, edepten geri durmayan... Sanki bu yola seçilmiş kişi olarak çıktın. Ve bundan sonra başına gelecekleri, çekeceklerin acılarını, içindeki taht kavgalarını, bahtsızlıklarını, hatalarını, yanlışlarını hepsinin bir hesabı olduğunu unutma. Mevla’nın verdiği can, Mevla’nın alacağı candır. Sen, canı vereni unutma ki aldığında nefse zor gelmesin.”Bu sözler Fatih’e derin bir duygu katmıştı, ama karşısındakinin durumunu anlamaya niyeti yoktu. Sanki bir pencere açıp ona olanları göstermek istiyordu. Eliyle karşısındaki tahta kapıyı işaret ederek, **“Buyur, gir içeri,”** dedi. **“Olacaklardan ve yapacaklarından önce geçmişini bilmen lazım,”** diye ekledi ve önündeki perdeyi kaldırdı.