Bölüm 1: İlk Kabus

105K 3.5K 1.5K
                                    

Otobüsten indim. İki sokaklık yolu, ayaklarımı sürüye sürüye güç bela aştım. Güneş ışığından nefret ediyordum. Hava güneşli bile değildi, bulutların arkasından sızan azıcık ışık bile kör ediyordu sanki. Gözlerimi kısabildiğim kadar kısıp, hatta ara ara gözüm kapalı bir şekilde yürüyerek eve kadar ulaştım.

Müstakil evimizin önüne geldiğimde önce "Anne!" diye seslendim. Ve yine duymadı. Kapıyı dışardan açamıyorduk, babam ve abim, kollarını üst taraftaki boşluğa atıp kapının arka tarafına yetişebiliyor, kapıyı zahmetsizce açıyorlardı ama ben onlar kadar uzun değildim. Haliyle kapıyı açamıyordum. İkinci kez "Anne!" diye seslendim ama kendi sesim bile başıma bıçak saplanırcasına bir acı girmesine neden oluyordu. Annem yine duymadı. Titreyen ellerimi çantama attım. Anahtarımı bulmak için çantamı karıştırmaya başladım ama yine bulamadım. Zaten asla bulamıyordum da...

Şansımı denemek için elimi zile attım. Çalmadı. Kapı zilimiz bozuktu. Yine! Daha geçen hafta dayım gelip düzeltmişti ama yağmurdan sonra yine bir haller olmuştu! Ne kadar yaptırırsak yaptıralım lambanın açma tuşu, adına ne zımbırtı deniliyorsa, salak bir elektirikçi tarafından yağmur yağdığında ıslanabilsin diye en salak yere yerleştirilmişti. Ve dün gece de yeri göğü inleten bir yağmur yağmıştı.

Bir kez daha "Anne!" dedim. Ve yine duymayınca sinirle bahçeye girdim. Ön tarafı dolaşıp salonun penceresinin önüne geçtim. Pencerenin önündeki pembe pembe açan güzel çiçekleri ezmemek için dikkat ederek yaklaşabildiğim kadar yaklaştım ve camı tıklattım. "Anne!"

Annem, bir dizi izliyordu. Saçma bir diziydi. Asla bitmiyordu. Binden fazla bölümü olmuştu. Yine de annem ve ekürisi dediğim komşumuz kahvelerini, çaylarını içerken kendilerini kaptırmış bir şekilde diziyi izliyor, kahramanlar hakkında yorumlar yapıyor, adeta dizinin içinde yaşıyorlardı. Cama üçüncü kez vurunca annem beni fark etti. Hemen ayaklanıp kapıyı açmaya gitti. Ben de onun peşinden sinirle kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı açıp "Nöbetin nasıl geçti?" dediğinde "Bok gibi!" dedim. "Nefret ediyorum bu işten!"

Annem bu lafıma alışmıştı. Pozitif bir şekilde "Alışacaksın, ileride bu kadar zor gelmeyecek," diyerek elimdeki çiçeği ve poşetleri aldı. İşimin yorucu olduğu doğruydu. Nöbetim grçekten bok gibi de geçmişti. Bazen her şeyi bırakıp kaçmak da istiyordum ama sevmediğim kısmı yalandı. Seviyordum. Ama yine de... Anladınız siz...

"Kandırıkçı kadın..." deyip ayakkabılarımı çıkarmaya koyuldum. O ise gülmekle yetindi. "Kahvaltı yapacak mısın?" diye sordu konuyu değiştirmek için.

Benim için uyku, yemekten önce geliyordu. Bunu bildiği için uykusuzsam asla yemek yemem için zorlamıyor, ben uyurken sana cici yemekler yaptım diye beni uyandırmıyordu. Ailede bu kuralı bozan tek kişi babamdı. O, bir öğün atladığımız zaman öleceğimizi falan sanıyordu.

"Aç değilim, yiyecek gibi de değilim. Mide falan kalmadı bende!" diye söylendim. İçeri geçtik. Annemin ekürisi gülümseyerek "Hoş geldin Gülbem," dedi. Ekşi suratıma aldırış ettiği yoktu. Kapıdan içeri girer girmez kafama inen bir çekip etkisi yapan Televizyon sesi yüzünden yüzümü daha çok asarak "Teşekkürler, sen de hoş geldin Tülay Teyze," dedim.

"Nasıl geçti nöbetin?" diye sordu. İşe başlayalı birkaç ay olmuştu, beni gören herkesin mütemadiyen sorduğu tek soru, işimin nasıl gittiğiydi. Nedenini bilmiyordum. Anlamıyordum da. Kötü desem de iyi desem de cevapları neredeyse aynıydı.

"Kötü," diyerek dengesi bozulan bedenimi dik tutmaya zorladım. Resmen bayılmak üzereydim. Bir şey daha soracaktı ama annem "Kızım, kahve ister misin?" diyerek araya girdi. Nöbetlerden sonra bedenime kafein yükleyerek kendimi akşama kadar uyanık kalmaya zorluyordum. Akşam uyuyabilirsem ertesi günkü nöbetime uykusuz gitmiyordum. Uyku düzenimi koruma çabam da işim kadar rezildi. Esneyerek gözümden akan yaşı sildim.

Dumansız AteşHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin