"(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."
-Enbiyâ Sûresi - 107. Ayet -
Hz. Peygamber'in mübarek hayatı, nübüvveti, mucizeleri, mi'racı, gazaları ve vefatı etrafında bir edebiyatın oluşmasının sebebi hiç kuşkusuz ona duyulan samimi aşktır. Habibullah yani "Allah'ın sevgilisi" sırrının mazharı olan Hz. Muhammed, ibadın da habibi olmuştur. Amil Çelebioğlu'nun ifadesiyle O, "...bazı aşıkâne şiirlerde güzellik ülkesinin pâdişâhı, yani sevgiliden maksat haddizâtında Hazret-i Peygamber'dir. Zira o, asla solmayan bir gül, emsali bulunmayan ebedî bir sevgilidir. Hiçbir sevgili onunla mukayase edilemez" yüce bir peygamberdir.
Güzellik ülkesinin padişahı olan efendimiz Hz. Muhammed; ortak İslâm medeniyetinin en önemli parçalarından birisi olan Klasik Türk Edebiyatı'nda, siyer, naat, mevlid, hilye gibi türler başta olmak üzere, samimi bir üslupla ele alınmıştır. Mevlana'dan Şeyh Galib'e, Ahmedî'den Sinan Paşa'ya, Süleyman Çelebi'den Yazıcızâde Mehmed Efendi'ye kadar sayısız divan şairi ve samimi Müslüman, kime ey sevgili dediyse, kime gül dediyse sebep risaletpenah efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa'dır. İslam medeniyeti dairesinde başlangıçtan itibaren meydana getirilen her tür ve biçimdeki edebî eserde, mutlaka Hz. Peygamber'e duyulan sevgi, aşk ve bağlılığın ifadelerini bulmak mümkündür. Aslında Peygamber sevgisi, İslam milletlerinin hemen hepsinin işlediği ortak bir temadır. Denebilir ki, dünyada Hz. Muhammed kadar övülmüş, hayatının her safhası bir edebî türe kaynaklık etmiş başka bir kimse yoktur.
Büyük İslâm medeniyeti içerisinde 1642 yılında Şanlıurfa'da doğan arif ve meşhur şair Nâbi, Divan şairlerimiz arasında kendine özgü bir tarzın sahibi olarak dikkatleri cezbeder. Onun şiiri "hikemi" bir şiirdir. Bu yüzden Nâbi şiiri denilince akla, çağdaşlarına göre daha yalın bir dille yazılmış, öğretici vasfı bulunan şiir gelir. Nâbi'nin şöhreti elbette yazdığı toplumcu ve öğüt verici şiirleriyle alakalıdır ama onu yine de genel özellikleri itibariyle diğer Divan şairlerinden ayrı bir yerde tutamayız. Nâbi de hemen bütün Divan şairleri gibi İslam ve tasavvuf inanışı çerçevesinde bir şiir dünyası kurmuş; bu dünya içerisinde yine diğer şairler gibi münacat, naat tarzında yazdığı şiirleriyle, bir Müslüman şair olmanın bilinciyle hareket etmenin örneğini vermiştir. Bu tarz şiirleri arasında yazdığı bir Naat-ı Şerif ise gerek yazılış hikâyesi gerekse muhtevası ile edebiyatımızın hâlâ unutulmayanları arasındadır. Bu şiir, samimi peygamber sevgisinin anıt bir eseridir. Fakat, şiire geçmeden önce yazılış hikâyesinden bahsedelim:
Gönlünde hacc vazifesini yerine getirme arzusu ve Peygamber sevdası ile Merhum Urfalı Nâbi, 1678 yılında bir kafile ile hacc yolculuğuna çıkmıştı. Kafilede devletin ileri gelen paşaları ve devlet ricali de bulunuyordu. Kafile hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber'i ziyaret aşkı Nâbî'yi iyice sardı. Öyle ki, vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyumadı. Vakit geçmez, içerisindeki Peygamber sevdası dinmez tükenmez oldu. Bir gece yarısı kafile Peygamber şehri Medine-i Münevvere'ye yaklaştı. Nâbi, Peygamber aşkı ile uyuyamaz bir halde iken kafilede bulunan Eyüplü Râmi Mehmed Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Rasul-i Kibriya'nın beldesine girerken arkadaşlarında gördüğü bu manzara Nâbî'ye hiç de hoş gelmedi. Paşayı uyandıracak bir şekilde, şu meşhur beyitler, Peygamber'e karşı edebe çağırarak dudaklarından dökülmeye başladı:
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu
Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafa'dır buFelekte mâh-i nev Bâbü's-selâm'ın sîne-çâkidir
Bunun kandili Cevzâ matlâ-i nûr-i ziyâdır buHabîb-i kibriyâ'nın hâbgâhıdır fazilette
Teveffuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır buBu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil
Amâdan açtı muvcûdat çeşmin tûtiyâdır buMürâât-i edeb şartıyla gir Nabî bu dergâha
Metâf-i kudsiyândır bûse-gâh-ı enbiyâdır buDiyor ki şair; "Cenab-ı Hakk'ın nazargâhı ve O'nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed Mustafa'nın makamı ve beldesi olan bu yerde edebe riayetsizlikten sakın./ Gökyüzünde hilâl, O'nun selâm kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Semadaki Cevza(ikizler burcu)nın nur ve ışık yanağı O'dur./Burası Sevgili Peygamberimiz'in istirahatgâhıdır. Fazilet açısından ise Cenab-ı Kibriya'nın arşının da üstündedir./Bu mübarek toprağın ziyasından yokluk karanlığı sona erdi. Varlık âlemi, körlük ve yokluktan gözünü onun sürmesiyle açtı./ Ey Nâbi, bu dergâha edep kurallarına uyarak gir. Zira; burası meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin hürmetle öptüğü mübarek bir makamdır."
Şiirin muhatabı olan Paşa, Hz. Peygamber toprağındaki saygısızlığını ikaz eden bu şiir karşısında şiire konu olan kişinin kendisi olduğunu anlamakta gecikmedi. Hemen toparlanarak haya etti, Nâbi'ye bu şiiri ne zaman yazdığını, başkalarına okuyup okumadığını sordu. Nâbi de "Hayır, ilk defa şimdi söylüyorum ve sizden başka duyan da olmadı." cevabını verdi. Paşa, bunun üzerine utana sıkıla bu durumun aralarında bir sır olarak kalmasını rica etti. Nâbi, bu ricaya bir sükûtla cevap verdi ve konu şimdilik kapanmış gibi oldu.
Biraz sonra hacc kafilesi, yola devam için kutlu şehire ulaşmak arzusuyla harekete geçti. Sabah ezanı vaktinde Medine'ye ulaştılar. Şehre girerlerken Mescid-i Nebevi müezzinlerinin bir naat okuduğunu fark ettiler. İşin ilginç yanı bu naat, Nâbi'nin az önce okuduğu naattı. Nâbi de Paşa da bu durum karşısında hayrette kaldılar.
Namaz bitip cemaat dağılırken Nâbi ile Paşa, heyecan içinde müezzinlerin yanına varıp okudukları naatın kimin olduğunu ve nerden öğrendiklerini sordular. Müezzin, konunun kendisi için bir sır olduğunu düşünerek önce cevap vermek istemedi. Fakat Nâbi, ısrar etti ve bu naatı az önce kendisinin söylediğini belirtti. Bu defa heyecanlanma sırası müezzinlere gelmişti. "Senin ismin Nâbi mi?" diyerek sordu müezzin..."Evet" cevabını alınca ellerine kapandı, çeşitli duygulara bürünerek olayın açıklamasını yapmaya başladı: "Bu gece Allah Rasulü rüyamızda bize, 'Ümmetimden Nâbi isimli bir şair, beni ziyarete geliyor. Bu zat, bana karşı son derece büyük bir sevgi ile doludur. Bu aşkını ifade için şöyle bir naat yazmıştır. Siz, bu naatı bu sabah minarelerden onun buraya beni ziyarete gelişi şerefine okuyun.'"
Bu açıklama karşısında, Paşa utanç, Nâbi ise sevinç içinde kaldı. Paşa, utancını hangi kelimelerle dile getirmeye çalıştı bilinmez ama Nâbi'nin dudaklarından şu kelimeler döküldü: "O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nâbî mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu?" diye sordu. Müezzin:
"Evet, Nâbî dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu." deyince, Nâbî bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu.Bu iltifat şüphesiz samimi bir Peygamber sevgisinin ve Peygamber'e karşı edebin bir mükâfatıdır. Allah, Peygamber sevgisinden, iki cihan güneşine karşı edepten ayırmasın. Yüzümüzü Paşa'nın yüzü gibi kızartmasın. Salat ve selam iki cihan efendisi risaletpenah Efendimiz üzerine olsun. "Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âli seyyidina Muhammed"
Alıntı...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Deryadan Damlalar...
רוחניİlim sonsuz bir deniz,bitmez bir okyanusdur. Bu ummandan ne kadar alırsak kârımızdır. Ne kadar fazla konu işlersek sususuzluğumuz o derece diner... İşte bu kitap ruhumuza su serpmek, bir inşirah serinliği hissetmek için yazılmıştır... Huzurlu ok...