Eylül
Saçlarımla oynayan parmaklara kaydı gözlerim yeniden. Bir kere daha inanamıyormuşçasına. Kahverengi saçlarımla oynayan o kusursuz parmaklar bana huzur vermişti, uzun bir aradan sonra. Başımı gözüme gelen güneşi aldırmayarak parmakların sahibine doğru kaldırdım.
Sapsarı saçları güneşin etkisiyle parıldıyordu. Saçları uzamıştı. Gözlerinin rengi güneşin etkisiyle oldukça parlak bir tona bürünmüştü. İşte yine olmuştu. Anlamıştım bir kere daha "Gözlerinin içinde kaybolmak" lafının anlamını.
O güzel masmavi gözler onlara bakıldığını farkedercesine bana odaklandı. Kalbim hızlanmıştı. Dudağı yavaşça kıvrıldı ve yüzünü bir tebessüm kapladı.
"Gerçekten burada mısın ?" dedim gözlerim dolarken.
"Evet ve asla gitmeyeceğim."
Selin
Evet buluşma kısmı elbette güzeldi. Eylül'le buluşmak rahatlatmıştı. Her şey daha güzel de olabilirdi tabi... pabucum dama atılmasaydı. Bu yetmezmiş gibi 4-5 saatlik bir sorguya tabi tutulmuştuk. En sonunda çıkmamıza izin verilmişti ki bunun nedeninin sorgu boyunca esnemem olması oldukça muhtemeldi. Çıktıktan sonra Eylül'ün yeni best friendi Nisa ile tanışmıştık. Bana attığı gülümsemelere elbette öldürücü bakışlarımla cevap verdim.
Kısacası buluşma kısmı dışında pek de iyi bir gün sayılmazdı. Tabi Eylül ile ilk buluşmamızda bana sımsıkı sarılarak salya sümük ağlaması ve Nisa'nın bu sırada kimse görmeden attığı "Geber!" dercesine bakışları bu günü katlanılabilir kılıyordu. Kafamdaki düşünceleri attığımda gözlerim yine oraya dikilmişti işte. Genç aşıklara. Liseli ergenler gibi sarmaş dolaş oturuyor biri diğerinin saçıyla oynarken diğeri de ona buseler konduruyordu. Bu ergenliklerine göz devirerek cevap verdim ki muhtemelen en harika cevap buydu. En sonunda midemin alt üst olmasına dayanamayıp bakışlarımı uzaklaştırarak yerimden doğruldum ve paytak paytak yürüyerek merdivenlerin önünde buldum kendimi. Burayı çok detaylandırmayacağım çünkü gerçekten çok yavaş çıktım o merdivenleri. Ah... Ölüm gibi gelmişti.
Yukarı çıktığımda yüzüme yayılan aptalca "Zafer" gülümsemesiyle karşılaştım karşımdaki aynada. Kendi halime bakarak bir kere daha göz devirip yanda bulduğum odaya daldım. Başka bir oda olmasıda muhtemeldi ama Eylül'ün odası olmasını ummuştum. Düşüncelerim doğru çıkınca yatağa oturup iç çektim.
Gözlerim kitaplığa kaydığında çok da zaman geçmemişti. En fazla 10 dakika. Ardından o kitabı gördüm. "Grinin Elli Tonu". Peki ne mi yaptım? Tabi ki gülmeye başladım. Cidden bu kız sevgilisizlikten ne yaptığını şaşırmış olmalıydı. Hala bu kitabı okuyor muydu ? Bu gülüşümün şiddetlenmesine neden oldu.
Camdan giren turuncu ışıklar günün bitmek üzere olduğunu gösteriyordu. Güneşin batması diyinca aklıma iki dağ arasında batan turuncu bir güneş ve dağların arasından kilometrelerce uzunlukta akan akarsu geldi nedense. Büyük ihtimal 1. sınıftan 5. sınıfa kadar aynı resimi çizmiş olmamdı. Başımı güzel bir manzara umuduyla pencereye çevirdim. Harika! Güneş görüş açımda bile değildi.
Kapının açılmasıyla bakışımı gelen Eylül'e çevirdim. Mert ise yüzünde hayatım boyunca gördüğüm en şapşal ifadeyle ( ki emin olun bu oldukça çok gördüm demek) içeri girdi.
"Benim uykum geld." dedim.
"Aslında benimde." diye karşılık verdi Eylül.
"Peki nerde yatıyoruz ?" diye sormamın hemen ardından Mert ve Eylül birbirine baktı. "Yo yo yo. Kusura bakmayın genç aşıklar. Mertciğim sen kanepede yatarsın bizde burda yatarız elbette."
"Ama-"
"Üstünü örtmeyi unutma!" dedim sırıtarak.
Eylül ise kıkırdamaya başlamıştı. Mert oflaya puflaya giderken bende sırıttım. Ardından konuşmadan yatağa geçtik ve sarmaş dolaş uyuduk.Uzun zamandır çekemediğim güzel bir uykuydu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kimsesiz
Adventureİsimsiz serisinin ikinci kitabı olan Kimsesiz Carley Batteries'in kalemiyle karşınızda.